Üniversiteyi yönetmek
Taha Akyol-Milliyet
BAZI okurlarımdan eleştiriler alıyorum: 'Rektör seçimlerinde birinci gelen ismi Cumhurbaşkanı Sezer atamadığı zaman eleştirdin, ama aynı şeyi Cumhurbaşkanı Gül yapınca susuyorsun!'
Hayır! Ben daima rektörlerin seçimle belirlenmesine karşı oldum, daima mütevelli heyet tipi sistemleri savundum. Sayın Sezer'i de en çok oy alan adayı atamadı diye değil, bu konuda tutarsız davrandı diye eleştirdim.
İsim vermeye gerek yok; Sayın Sezer'in rektör yapmak istediği bir profesör, seçimlerde en çok oyu almış ama Kemal Gürüz'ün yönetimindeki YÖK onu listeye koymamıştı. O zaman Sezer buna karşı çıkmış, 19 Temmuz 2000 gününde YÖK'e şu yazıyı göndermişti:
"En çok oyu alan rektör adaylarının liste dışı bırakılması, YÖK'ün üniversitelerin demokratikleşmesinin önündeki engel olduğunu açıkça göstermektedir."
Ama aynı Sezer, başka üniversitelerde en çok oy alan adayı değil, iki tanecik oy alan adayı rektör olarak atamıştır! Benim eleştirdiğim bu tutarsızlığı idi. (Milliyet, 7 Temmuz 2004)
1997'de çıkan "Bilim Yanılgı" adlı kitabımda da rektörlerin seçimle belirlenmesini eleştirmiştim.
Demokratik üniversite?
'Demokratik üniversite' ancak akademik özgürlüklere sahip üniversite demek olabilir. Rektörler seçimle değil, liyakati esas alan bir kurulca, mütevelli heyetçe atanmalıdır!
Rektörlerin seçimle belirlenmesi, hele de ikinci defa seçilmek için, bazen damatları ve gelin hanımları bile akademik kadrolara atamak, ideolojik olarak kadrolaşmak gibi liyakat karşıtı eğilimleri teşvik ediyor.
Peki, rektörü tepeden YÖK veya cumhurbaşkanı mı atamalıdır? Hayır! Rektörleri "mütevelli heyet" türü bağımsız kurullar atamalıdır, belli bir birikime ulaşmış üniversiteler bu yönde kendi yönetim sistemlerini kendileri oluşturmalıdır.
Sayın Erdoğan Teziç döneminde yapılan uluslararası akademik panelde dünyadaki gidişatın da bu yönde olduğu belirtilmiştir.
Elbette Anayasa ve yasa değişinceye kadar bugünkü seçim ve tepeden atama karması sistem devam edecektir.
Mutlu'nun taslağı
İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin kurucusu Sayın Latif Mutlu, ömrünü yüksek eğitime adamış bir uzman eğitimcidir; sistemin nerelerde aksadığını çok iyi biliyor. Kitaplarında bizdeki seçim ve tepeden atama karmasının en kötü sistem olduğunu anlatıyor, mütevelli heyet sistemini savunuyor.
Mutlu, yasa taslağı şeklinde bir metin de hazırlamıştır: Önce mütevelli heyeti belirleyecek kurul oluşturuluyor. Akademik camiadan, üniversitenin mezunlarından, il ve yerel yönetim yetkililerinden ve sanayi dünyasından isimlerle oluşan bu kurul mütevelli heyeti belirliyor.
Mütevelli heyet üniversite için hedefler tespit ediyor. Bu hedefleri gerçekleştirmeyi taahhüt eden ve yapabileceğine güven veren bir akademisyenle süreli sözleşme yaparak rektör atıyor.
Ne siyasi müdahale, ne kadrolaşma ne de üniversite bünyesinde hizipçilik!
Bu sistemde rektör performansına göre "hesap sorulabilir" hale geliyor. Üniversite ise kaynak yaratacak bir açılıma kavuşuyor.
Ekonomide de, üniversitede de rekabet!
Mutlu'nun taslağına www.latifmutlu.com adresinde "projeler"i tıklayarak internetten ulaşılabilir. Tartışmalarla geliştirilmelidir. YÖK'ün, üniversitelerin ve anayasa çalışması yapan herkesin dikkatine sunuyorum.
t.akyol@milliyet.com.tr
Bilim insanı kime denir?
Abbas Güçlü-Milliyet
İsminin önünde akademik unvan olan herkes bilim insanı mı? Örneğin araştırma görevlileri, doktor, doçent ve özellikle de profesörlerin hepsi bilimle haşır neşir mi?
Bu soruya, Türkiye koşullarında evet demek o kadar zor ki! Doğramacı'nın YÖK başkanlığı dönemindeydi, bir gecede profesör sayısı ikiye katlandı. Akademik hiçbir çalışması olmayan pek çok sanatçı, öğretim elemanı o dönemde profesör oldu. Hatta içlerinde lise mezunları bile vardı.
Şimdi biraz rayına oturdu. Eskiden 10'a yakın farklı profesör bulunuyordu. Profesörlük, bir dönem çok zordu. Kadro açılması için yıllarca beklenirdi. Sonra YÖK'le birlikte müthiş kolaylaştı. Bir dönem sonra yeniden ulaşılması çok zor hale getirildi. Şu anda yine bol keseden dağıtıldığı söylenebilir.
Birkaç yabancı dil bilmeyen, uluslararası yayını olmayan, bu yayınları refere edilmeyen, toplumsal katkısı bulunmayan, yeterince araştırması, yayını ve doktora öğrencisi olmayanların profesörlüğü hele hele bilim adamlığı, sadece Türkiye'de değil bütün dünyada tartışma konusu. Zaten oralarda profesörlükten çok doktora unvanı kullanılıyor. Bizde profesörden geçilmiyor...
Her profesör bilim adamı mı?
Bilim deyince akla YÖK, üniversiteler ve TÜBİTAK benzeri kurumlar geliyor. Onların en tepesindekiler ne kadar bilimle haşır neşirse, arkadan gelenler de o kadar, o donanımda olacak beklentisi hâkim. Ama bazen çok farklı durumlarla karşılaşabiliyorsunuz!..
Prof. Dr. Kemal Gürüz, bu konulara en fazla kafa yormuş YÖK başkanlarından biri. Yakında, bir sektör olarak yükseköğretimin her yönüyle ele alındığı bir kitabı ABD'de yayımlanacak.
Bu yüzden, bu soruyu ona sorduk: Kendisini bir bilim insanı olarak görüyor mu? Bilim adamı olmak o kadar kolay mı? İşte cevabı:
"1973'te doktoramı aldım. Kendi dalım olan kimya mühendisliği alanında, KTÜ Rektörü olarak atandığım Ağustos 1985'e kadar süren fiili 12 yıllık eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetim var. Ondan sonra, çok kısa süren iki dönem dışında, hep idari görevlerde bulundum ve esasen bu tür faaliyetler yürütmeye zamanım olmadı.
Bu süre zarfında, üç doktora ve 18 yüksek lisans tezi yönettim. Öğrencilerimin üçü bildiğim kadarıyla şimdi profesör. Bunlardan biri, ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümü'nün bir önceki başkanıydı, şimdi Yeditepe'de.
ODTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü olduğum 1984'ten bu yana ise bugün artık kendi başına bir eğitim-öğretim ve araştırma alanı haline gelmiş olan, yükseköğretim, bilim ve teknoloji yönetiminin birçok cephesi üzerinde kafa yordum, çok sayıda metin yazdım ve konuşma yaptım. Bunları uzun uzun listeler halinde, isteyene gönderebilirim.
Ben hiçbir zaman, İngilizce tabiriyle "scientist and scholar," eski Türkçe tabiriyle "âlim" anlamında, dünya çapında "bilim adamı" olma iddiasında olmadım. Tersine hep şunu söyledim:
"Ben profesörlük için gereken şartları sağlamış bir kişiyim, ama bu bana otomatik olarak "ben bilim adamıyım" deme hakkını da vermez. Eğer ben bu iddiada olursam, örneğin, Celal Şengör, Erdoğan Şuhubi ve Namık Kemal Pak'a karşı ayıp etmiş olurum. Benim özgeçmişim ortada. Buna göre, her önüne gelen doçent ve profesör kendini aynı zamanda, yukarıda belirttiğim anlamda "bilim insanı" olarak takdim etmeye kalkarsa, o da bana karşı ayıp olur.
İşte bu nedenlerle tekrar ediyorum: Ben kendimi âlim ve scholar olarak göremiyorum. Çünkü bu sıfatları gerçekten hak eden birçok insanı, yurtiçinde ve yurtdışında çok yakından tanıma ve onlarla çok yakın çalışma fırsatım oldu.
Bu nedenlerle, önüne gelen doçent ve profesörlerin kendi kendilerince ya da yoldaş veya imandaşları tarafından kamuoyuna "bilim insanı" olarak takdim edilmelerini, gazete veya televizyonlarda hak etmedikleri sıfatlarla ahkâm kesmelerini, hak etmedikleri yerlere gelmelerini de doğrusu yadırgıyorum ve kabullenemiyorum."
Özetin özeti: YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, yeni düzenlemeler yaparken, akademik unvanların uluorta kullanılmasına da umarız bir çekidüzen getirir. Kim akademisyen, kim bilim insanı; bu artık birbirinden ayrılmalıdır.
aguclu@milliyet.com.tr