Harper Lee'nin "Bülbülü Öldürmek" romanı yalnız içeriğiyle değil, adıyla da etkiler beni. Bülbülü öldürmek, cinayetlerin en ağırıdır çünkü.
Bayan Maudie'nin cümleleriyle, "Bülbüller bizi mutlu edecek şarkılar söylemekten başka bir şey yapmaz. İnsanların bahçelerinde yetiştirdiği şeyleri yemez, mısır ambarlarına yuva yapmaz, tek yaptıkları tüm kalpleriyle bize şarkı söylemektir." Bülbülü öldürmek şarkıyı öldürmektir. Ahengi öldürmektir. İyiliği öldürmek... Kulakları yoktur, şarkıları yalnız yılanlar duyamaz.
Tek yaptığı şey ağrılarımızı dindirmek olan bir doktor öldürüldü. İyileştirmeye çalıştığı hastasının torunu bıçakladı onu sırtından. "Neden dedemi kurtaramadın!" diye saldırmadı hayır, dedesinin bakım parasını almak istiyordu, "Öldü raporu verme!" diye yürüdü üstüne. Madde bir kez daha indirdi balyozunu çiçeğe. Para putuna bu kez bir doktor kurban edildi. "Divinum est opus sedare dolarem/Ağrı dindirmek Tanrısal bir sanattır" demişti oysa Hipokrat.
Fırtına hastayla doktor arasında kopmuş değildi. Bu millet hekimlerini bir mücevher gibi saklardı hafızasında. Şifa bulduğunda da minnettar kalırdı nasibi kesildiğinde de dünyadan. Hangi hasta sevgi dolu gözlerle bakmamıştır beyaz önlüğe. Hangi çocuk büyüyünce doktor olmak istememiştir. Hangi baba tek doktor olsun diye evladı için satmamıştır biricik tarlasını. Hangi filmimizde doktora kötü rol verilmiştir. Fakat modern zamanlar iklimi değiştirdi. Öyle bir ısı farkı oluştu ki maddeyle mana arasında, basınç yükseldi, delirdi rüzgâr, kanına karıştı çiviler halkın. Hastayla doktor arasında değil, insanla madde arasında koptu fırtına.
Size burada Rüzgarlı Ada'dan söz etmeliyim. Kendisi de bir tıp otoritesi olan Fransız yazar François Rabelais'in on altıncı yüzyılda yazdığı "Gargantua ve Pantagruel"indeki Ruach adlı tuhaf beldeden. Rüzgarlı ada sakinleri rüzgârla sürdürürler hayatlarını. Rüzgâr yer, rüzgâr içer, rüzgârgüllerinde yaşarlar. Bahçelerinde sadece rüzgârgülü ve rüzgârçiçeği adları da verilen anemon çiçeklerini yetiştirirler. Beslenme şekillerine gelince; yoksullar imkânları ve zevklerine göre kâğıt kumaş ya da tüyden yapılmış yelpazeler kullanırken, zenginler yeldeğirmenlerinde sürdürür hayatını. Bu garip ülkenin halkı şölenlerde masalarını bu değirmenlerin altına kurar ve bir ziyafette misafirlerin şarabın kalitesini tartışması gibi, farklı rüzgârların niteliklerini tartışarak sabahı ederler. Seyahat ettikleri zaman doğal rüzgârdan mahrum kalabilecekleri endişesiyle yanlarına körük alırlar.
Çok şükür ki bu ülke rüzgârlı ada değildir. Zaman zaman fırtınalar kopsa da bu ülkenin halkını rüzgâr beslemez. Rüzgârgüllerinde yaşamaz, ziyafet masalarını yeldeğirmenlerinin altına kurmaz, rüzgârı şaraba benzetip kalitesine dair sohbetler yapmazlar. Koku alma duyuları gelişmiştir. Bahçelerine anemon çiçekleri değil, Isparta gülleri dikerler. Seyahate çıkarken yanlarına körük almazlar. Kalplerinin rüzgârıyla gemilerini yüzdürür, yangına körükle gidenlerden haz etmezler.
Çok şükür ki bu ülkenin doktorlarıyla hastaları barışıktır. En yoksul hasta bile bir küçük hediyeyle hekimine teşekkür ziyaretine gitmeyi ihmal etmez taburcu olduğunda. Dualarına doktorunun adını katmayı da. Doktorunun eliyle gelen şifadan dost meclislerinde söz etmeden duramaz. Bir hasta yüz hasta gönderir hekimine. Muayenehaneleri çiçek bahçesine çevirir.
Çok şükür ki bu ülkenin fedakâr doktorları vardır, Eyüp sabrıyla hekimlerine teslim olmuş hastaları... O hastalar ki Hz. İsa'nın, Hz. Fâtıma'nın ellerine benzetirler doktorlarının ellerini. Garipleri gözyaşlarıyla, varlıklıları gazetelerle ilan ederler emeklerini tabiplerinin. Doktorlarına el kaldıranı affetmezler. Haklarını bildikleri kadar sorumluluklarının da farkındadırlar. Çok şükür ki bu ülkenin doktorları cahillerin cezasını akıllılara kesmezler. Her ameliyat bir sınavdır kalplerini titreten. Sabahları vizite çıkmadan boğazlarından geçmez ekmek.
Sevgili hekimlerimiz sizi bekliyoruz hastanelerde elimizde bir demet çiçek. Bülbülün ölümüne döktüğümüz yaşlar birbirine karışsın.