TTB Merkez Konseyi Başkanı Eriş Bilaloğlu, aile hekimliğinden Tam Gün Yasası’na, hekime şiddetten üniversite hastanelerine ödenen mali yardıma kadar birçok konuda gündemi değerlendirdi
“Halkın sağlık hakkını, mesleği ve hekimlerin özlük haklarını korumak ve savunmak için faaliyet yürüteceğiz. Tüm hekimlerin haklarını birarada toplumun sağlık hakkıyla savunan bir çizgiyi tutturacağız.”
“Aile hekimlerine verilen ücretlerin sürdürülüp sürdürülemeyeceği noktasına gelince, bunun cevabını biz değil Sağlık Bakanlığı kendisi veriyor. Bakanlık, hekimlere vermeyi düşündüğü ücretin 3 bin, en fazla 4 bin lira olacağını dile getiriyor. Aile hekimlerine verilen ücretlerin 3 bin-3 bin 500 lira gibi bir rakam üzerine oturtulacağını düşünüyorum. Bunun kabul edilebilir bir yanı yoktur.”
“Üniversite, özerk olması gereken bir yapıdır.
Çok açık olarak Hükümet, üniversiteleri ele geçirmek istiyor.
Eğer mali durumları kötüyse herhangi bir protokol yapmaya gerek yok, bütçeden desteklenmeleri gerekir.”
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu, aile hekimliği sisteminin geleceğiyle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Bilaloğlu, 2011 yılından itibaren aile hekimi olarak görev yapacak 22 bin pratisyenin sözleşmeli olarak çalışacağına dikkat çekti ve aile hekimlerine ödenen ücretin sürdürülebilir olmadığını, bunun 3 bin-3 bin 500 liraya düşeceğini söyledi.
Türkiye seçim ortamına girerken, TTB’nin de sağlıkta yaşanan olumsuz gelişmelere karşı aktif bir mücadele yürüteceğini anlatan Bilaloğlu, “Türkiye’de sağlık hakkını, sağlık çalışanlarının haklarının tartışılmasını ve çözüm önerilerimizin gündem olmasını sağlamaya çalışacağız. Aralık ayı itibariyle bunun çalışmaları başlayacak” dedi.
TTB Merkez Konseyi Başkanı Eriş Bilaloğlu, gündemdeki konularla ilgili Medimagazin’in sorularını yanıtladı.
Aile hekimliği sistemi, hekimlik uygulamasını nasıl etkiliyor? Hekimlik mesleği açısından ne tür sıkıntılar yaşanmasına neden oluyor?
Sağlık Bakanlığının 2010 Haziran verilerine göre, 112 bin hekimin 32 bini pratisyen. Bakanlığın bildirdiği programa uyum olursa, Ocak 2011 itibariyle aile hekimi olarak istihdam edilmiş pratisyen hekim sayısı 22 bin civarında olacak. Toplum sağlığı merkezleri (TSM)’nde çalışanları da eklersek, 25 bin hekim aile hekimliği sistemi içinde görev yapacak ve bunların 22 bini sözleşmeli statüye geçmiş olacak. Bu çok ciddi bir değişiklik. Birinci basamakta görev yapan hekimlerin üçte ikisinden fazlası artık sözleşmeli statüde istihdam edilmiş olacak. İkinci olarak, hekimlerin önemli bir kısmı kendini eskiye göre yer aldıkları ekibin küçüldüğü, daha doğrusu ekibin dağıldığı, dolayısıyla iş yükünün çok arttığı bir çalışma ortamında bulacak. Üçüncüsü, aile hekimleri elektrik ve su parasını düşündükleri muayenehanelerinde kendi işlerinin “patronu” olacak.
Aile hekimleri, mevcut durumlarını, ocak ayında çıkması beklenen ücretler yönetmeliğini, ardından yasanın pilot halinden asıl formuna çevrilmesi meselesini ve kendileri için ne gibi sıkıntılar doğacağını tartışıyorlar. Bir süre sonra aile sağlığı merkezleri (ASM)’nde çalışan hekimlerin özlük hakları açısından yaygın bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olacağımız görünüyor.
Aile hekimleri, piyasa koşullarında aktör olmanın bütün sıkıntılarını yaşayacaklar. Mesleğin içinde bulunduğu etik ve benzeri sıkıntılar dün neyse, böyle bir sistemle bugün daha da artmaya aday.
Birinci basamakta istihdam olan aile hekimliği sistemi TSM’lerle birlikte düşünülmeli. TSM’lerde 2-3 bin hekim bulunuyor ve bu hekimlerin sorunları ASM’de çalışanlardan daha fazla. TSM hekimleri reçete yazamıyor, çok sık geçici görevler çıkması yaptığı işi sahiplenmesini engelliyor.
Aile hekimlerinin ücretlerinin yüksekliği hekimler arasında tartışma konusu oluyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Verilen yüksek ücretler sürdürülebilir mi?
Aslında ücretler yüksek değil ama eşit olmayan bir ücretlendirme sistemi var. Bir kurumda çalışan pratisyen hekimle, aile hekimliğini seçmiş bir pratisyen hekim arasında ücret farkı bulunuyor. Biz, hekimlerin hak ettiği ücretlerin, hem de güvenceli olarak, bu rakamlar olması gerektiğini düşünüyoruz. Verilen bu ücretlerin sürdürülüp sürdürülemeyeceği noktasına gelince, bunun cevabını biz değil Sağlık Bakanlığı kendisi veriyor. Bakanlık, hekimlere vermeyi düşündüğü ücretin 3 bin, en fazla 4 bin lira olacağını dile getiriyor.
Şimdi verilen yüksek ücretlerin sürmeyeceğini herkes biliyor. Aile hekimlerine verilen ücretlerin 3 bin-3 bin 500 lira gibi bir rakam üzerine oturtulacağını düşünüyorum. Ancak bu da emekliliğe yansımayacaktır. Bunun kabul edilebilir bir yanı yoktur. Daha kötüsü, aile hekimliğinde bir sınıflama da var. Bir çalışmaya göre Edirne’deki ASM’lerin yüzde 60’ı hiçbir sınıflamaya girmiyor. Çünkü belirtilen nitelikleri tutturabilmeleri mümkün değil. Dolayısıyla aile hekimleri bu olanaklara kavuşabilmek için buralara yatırım yapmak zorunda kalacaklar. Aile hekimlerine verilen ücretlerin çokluğunu tartışmak yerine, verilen ücretlerin geçerliliğini tartışmak lazım.
TSM’lerde çalışanlar da dâhil, bütün birinci basamakta çalışan hekimlerin özlük haklarını iyileştirecek bütünlüklü bir çabanın ortak yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Bir de hekimler için geçerli olan emeklilik ücretlerinin çok düşük olduğunu biliyoruz. Bakanlık tam günle birlikte olumlu bir tablo doğacağı yanılsamasını yaratmıştı. Temmuz sonu itibariyle tam gün uygulamasının o hükümleri yürürlüğe girdi. Hekimler biliyorlar ki tam gün uygulamasıyla birlikte ücretlerde bir iyileştirme olmadı. İyileştirme olmadığı gibi, çalışma süreleri de 8 saat değil, yine 9 saat olarak uygulanıyor. Bakanlık yemek saati, münavebeli dinlenme gibi gayrı ciddi söylemlerle mesaiyi 9 saatte tutuyor. Oysa uluslararası ölçekte öğle yemeği izinlerinin çalışma süresine dâhil olduğunu biliyoruz. Bunların hepsi dava konusu oldu.
Aile hekimliği sistemiyle birlikte pratisyen hekimliğin geri dönüşsüz bir şekilde bittiği söylenebilir mi?
Hayır, böyle söyleyemeyiz. “Geri dönüşsüz” lafı bir şeylerin değiştirilememesini içeriyorsa bunu kabul etmiyoruz. Biz Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla yapılan olumsuzlukların hepsinin değiştirilebileceği düşüncesindeyiz. Yapılan reformların paradigmatik, yani yapısal dönüşüm yanı, bir de parametrik yanı var. Örneğin; sosyal güvenlik reformunda emeklilik yaşının ileriye çekilmesi, prim ödeme gün sayısı parametrik değişiklikler. Paradigma değişikliği ise herkesin bireysel emeklilik sigortasına geçmesidir. Türkiye’de bu paradigma değişikliği yapılamadı. Bireysel emeklilik, birinci ve baskın uygulama haline dönüşemedi. Benzer şekilde özel hastane sayıları ve özelde çalışan hekim sayısı artsa da bunlar parametrik değişiklikler olarak kaldı. Ama paradigma değişikliğinin oturmadığını biliyoruz.
Aile hekimliği sisteminin bugünkü halini 2005’teki haliyle kıyaslarsak, sistemin baştaki hedeflerine ulaşamadığını görürüz. Aile hekimliğinde sevk sistemi kurulamadı, pilot yasadan yasanın asıl şekline geçilemedi, geri dönüşsüz şekilde sözleşmeli çalışma zorunluluğu getirilmedi. Çünkü bunları yapacak mekanizmanın henüz son aşamasına gelinemedi.
Elbette Sağlıkta Dönüşüm Programı ile piyasa mantığını hâkim kılmak, sağlığın özelleştirilmesini sağlama konusunda çabalar yoğun olarak yürütülüyor. Bu konuda belli bir noktaya da gelindi. 1960’lı yıllarda uygulanan sosyalleştirme uygulaması ve sağlık ocağı modeli 2011 itibariyle kalkmış olacak. Ama ekip çalışması, birinci basamakta topluma ve kişiye yönelik koruyucu ve tedavi edici hizmetleri entegre olarak verme fikri hâlâ bu topraklarda var. Piyasada sağlık hizmeti verme fikri hekimler tarafından doğal olarak kabul edilmiş değil. O nedenle biz bunların süre içerisinde istikrarlı bir mücadeleyle değiştirilebileceği inancını taşıyoruz. Birinci basamakta ve tüm sağlık ortamında hekimlerin bu sisteme ilişkin memnuniyetsizliğinin halkın ve hekimlerin layık olduğu bir sağlık sistemini gerçekleştirmeyi sağlayacak kuvvet olduğu kanaatindeyiz.
Uluslararası sermayenin yakın zamanda Türkiye’de sağlık alanında yatırım yapacağını düşünüyor musunuz?
Türkiye’de özel sağlık sektöründe henüz uluslararası ölçekte yabancı sermaye, gövdesiyle girmemiştir. Önümüzdeki süreçte bunun olması bekleniyor. Ama uluslararası sermaye henüz yeterli büyüklüklerin olmadığını düşünüyor, bizim izlenimimiz bu. Burada kritik mesele, kamu hastanelerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesidir. Uluslararası sermaye asıl bu alana girmeyi düşünüyor. Bin yatak kapasiteli birçok devlet hastanesi var. Buralar uluslararası ölçekte sermayenin ülkeye girmesi için çok daha cazip yerler.
Yabancı sermaye piyasaya girerken, emek gücünün teslim alınmış olmasını ister. Sağlık çalışanlarının olabilen en düşük ücretle, en uzun süre çalıştırılmasını ister. Sağlık Bakanlığı da zaten bunu yapıyor, emek gücü piyasasını düzenlemeye çalışıyor. O nedenle biz Tam Gün Yasası’na “Hekim İşgücü Piyasası Düzenleme Yasası” adı vermiştik. Şimdi o aşamalardayız.
Türkiye’de hekimler başta olmak üzere sağlık çalışanları bu politikalara karşı hem pasif hem de aktif bir direniş gösterdiler. Çok daha yüksek sesle, gerçek anlamda iyi hekimlik kavramını toplumun önüne çıkartıp, bu talebi hizmeti alanlarla hizmeti sunanların birlikte sahiplendiği bir süreci zorlamamız gerekecek.
Hekimlere karşı şiddet son zamanlarda niçin artış gösterdi?
Şiddetin sıklığının artması ve şiddetin biçiminin giderek daha fazla sertleşmesi herkesin ortak gözlemi ve hiç kabul edilebilir olmayan bir süreç bu. İzlenen sağlık politikalarıyla şiddetin sıklığı ve biçimi azdırılıyor. Çünkü vatandaşa bir hizmet tanımı yapılıyor. Hastaneye giden vatandaş bunu bulamayınca kışkırtılmış beklentisinden dolayı açığa çıkan fark öfkesini tetikliyor. Sağlık Bakanı başta olmak üzere politikacıların kullandıkları cümleler, dil, söylem ve tutumları, bunun sorumlusunu oradaki sağlık çalışanı gibi göstermeye aday. Sonuçta, Sağlıkta Dönüşüm, hekimlere saldırıyı artırmıştır.
Hasta haklarının sık sık gündeme gelmesi, hekime şiddeti artırmış olabilir mi?
Bu spekülatif bir tartışma. Bir hekimin hasta hakkı kavramıyla bir çatışması olamaz. Sağlık hakkının bütünleyenleridir hekim ve hasta hakları. Hasta hakları gündeme gelince saldırılar arttı, demek bir hipotez olur. Hasta hakları manipülatif olarak kullanılıyor mudur, kullanılıyor olabilir. Sağlık Bakanlığı şikâyet hatları kurup, gelen şikâyetleri süzmeden sağlık çalışanlarından savunma istiyorsa, hasta hakları kavramı kötü bir amaçla kullanılıyor demektir. Ama hekimlerin hasta haklarıyla bir çatışması olmaz.
Özelde çalışan hekimlerin sorunlarından bahseder misiniz?
Sağlıkta Dönüşüm Programı, önce özelde çalışmayı teşvik etti, kamudan özele geçişler yaşandı. Bu dönemde meslektaşlarımız bireysel olarak sürece hâkim olabilecekleri yanılsamasına düştüler. Şimdi artık sorunlar dönemi başladı, son 2-3 senedir özlük hakları açısından büyük sıkıntılar yaşanıyor. Bunların başında ücret ve çalışma süreleri geliyor. Özel hastaneler hekimlerin ücretlerini en iyimser ifadeyle geç ödemeye başladılar ve bu sistematik bir uygulamaya dönüştü. Hekimler ne zaman ücretlerini alacaklarını bilemiyor. Bunun ötesinde, hekimlerin işten çıkarılmasından ücretlerin çok uzun süre ödenmemesine kadar uygulamalar da yaşanıyor.
Sorunun çözümü için SGK ve özel hastane sahiplerinin kuruluşlarıyla bu konuların müzakeresi ve sürecin bir noktasında karşılarındaki muhatabın TTB olması gerektiğini düşünüyoruz. Burada konu “TTB sendika mıdır?” gibi çok kısır bir noktaya gidebiliyor. TTB, hekimlerin nitelikli hizmet sunmasını önceleyen bir meslek örgütüdür. Bu, mesleki bağımsızlıktan geçer. O nedenle hekimlerin patronlarına karşı kurum olarak TTB yer almalıdır ve yer alacaktır. Tüm hekimler ortak iradelerini birleştirirlerse TTB’nin ilgili odaları bu süreçlerde aktif tutum içine girecektir. Hekimler tabip odalarından beklentilerini ısrarla dile getirmeliler.
Tam Gün Yasası ile ilgili Bakanlığın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yasayı uygun bulmadığımızı söyledik ve durum hukuki sürece taşınmak zorunda kalındı. Yargı bir karar verdi ve buna rağmen Bakanlık baskıcı bir ortam oluşturarak hekimlerin mevcut yasal haklarını bile kullanmalarını engelleyen bir tutum içine girdi. TTB tarafından hazırlanan bir “Tam Süre Yasa Taslağı”mız var, bunun arkasındayız. Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararını gördükten sonra bu taslağı güncelleyeceğiz.
Belli kriterleri yerine getirmeyi kabul eden ve mali durumu zayıf olan bazı üniversite hastaneleri, hazırlanan protokol kapsamında karşılıksız olarak para yardımı aldı. Bu durum üniversite özerkliğini etkiler mi?
Üniversite, özerk olması gereken bir yapıdır. Bu özerklik akademik, ekonomik, demokratik yönlerden olmalı. Çok açık olarak Hükümet, üniversiteleri ele geçirmek istiyor. Bilinçli bir politikayla tıp fakülteleri bu konuma, borç batağına adeta itildi. Üniversiteler, kamu bütçesi tarafından desteklenmesi gereken kuruluşlardır. Eğer mali durumları kötüyse herhangi bir protokol yapmaya gerek yok, bütçeden desteklenmeleri gerekir. Ama bu kavram ortadan kaldırılmış durumda. Hükümet, üniversitelere bir IMF “stand-by” anlaşması teklif ediyor ve onları kurtarıyor.
Üniversiteler bilim üretir. Ama siz onları kurtaracak mali anlaşmalar yapmaya başladığınız zaman, üniversiteler bu özelliklerini yitirirler. Bu sistematik izlenen bir çizgidir. Üniversite hastaneleri giderek güçsüz hale getirilirse, uluslararası sermaye daha rahat ilerleyebilir. Üniversitelerle imzalanan bu protokollerin doğru olmadığı kanaatini taşıyoruz. Üniversiteler, kendilerine bütçeden daha fazla para verilmesini talep etmeliler.
Üniversitelerin Sağlık Bakanlığı hastanelerini ortak kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle yeni kurulan tıp fakültelerinin bu yöntemi izlediğini görüyoruz. Sizce bu gerekli mi?
Tıp fakülteleri Bakanlık hastanelerinden yararlanabilirler. Daha önce intern’ler sağlık ocaklarından yararlanıyorlardı. Ama buradaki temel amaç, üniversitenin kendi iradesiyle hekim yetiştirmek üzere kullandığı bir şey mi, yoksa piyasa koşullarında darda kalmış üniversite ve öğretim üyelerinin kamu hastanelerinde emeklerinin daha da fazla sömürülmesi midir? Üniversite, kendi kuralları dışında bir hiyerarşinin tanımına girerse, üniversiteliği kalmaz. Bilim ortamı ya da üretim ortamı özgünlüğünü yitirmiş olur.
TTB, önümüzdeki süreçte sağlık ortamının düzeltilmesi için nasıl bir yol izleyecek?
Bize düşen, meslek örgütünün içinde yaşadığımız koşullarda rolünün ne olduğunu hekimlere anlatma becerisini göstermektir. Meslek örgütü elbette sendika değildir, dernek değildir, devlet dairesi değildir. Bütün hekimler, bugünlerini ve geleceklerini güvence altına alacaklarsa, ilk elde toplanacakları yer TTB’dir. Önümüzdeki haftalarda bu çağrımızı yaygın olarak tekrar yapacağız. Halkın sağlık hakkını, mesleği ve hekimlerin özlük haklarını korumak ve savunmak için faaliyet yürüteceğiz. Uzmanlık alanlarından pratisyen hekimlere, aile hekimlerine, iş yeri hekimlerine, TSM hekimlerine, 112 hekimlerine, kurum hekimlerine kadar tüm hekimlerin haklarını birarada toplumun sağlık hakkıyla savunan bir çizgiyi tutturacağız. Bu mücadelede yer almak tüm hekimler için bir onur meselesidir, diye düşünüyorum.
Sağlık Bakanlığının ve Hükümetin yakın tarihteki çizgisi bile hekimlerin bu şemsiye altında toplanması gerektiğinin somut kanıtı. Biz TTB Merkez Konseyi olarak, tabip odaları olarak bu sürecin aktif bir öznesi olacağız.
Türkiye seçim ortamına girerken, sağlık hakkını savunan sağlık çalışanları olarak görünür bir faaliyeti yürüteceğiz. Türkiye’de sağlık hakkını, sağlık çalışanlarının haklarının tartışılmasını ve çözüm önerilerimizin gündem olmasını sağlamaya çalışacağız. Aralık ayı itibariyle bunun çalışmaları başlayacak. Aralığın ilk yarısında Merkez Konsey üyeleri 30 tabip odasını gezmiş olacaklar. Hekimlerle buluşarak hem hazırlıklarımızı onlarla paylaşacağız hem de onların katılımını talep edeceğiz.
Teşekkürler