"Hekimler başta olmak üzere sağlık personeline karşı şiddet olguları, hemen her gün gündemimizi işgal eden can sıkıcı bir gerçek. Sadece bir sağlık personelinin şiddete uğramasıyla sınırlı kalmayacak derecede ciddi boyutlarda ele alınması gereken söz konusu olgu, her geçen gün büyümeye ve dozunu artırmaya devam ediyor. Ne acıdır ki; bu satırları yazmaya henüz başlamışken dahi, bir meslektaşımdan, sanki olağanmışçasına, alışıldık bir tavırla, bir hemşirenin darp edildiği haberini aldım.
Yıllardır konuyla ilgili yasal düzenlemenin gerekliliği dillendiriliyor olsa da, ne yazık ki bu konuda kayda değer bir ilerleme kaydedilemedi. 17.04.2020 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, bilinen adıyla “Sağlıkta Şiddetin Önlenmesi Yasası” da, üzerinden neredeyse iki yıl geçmesine rağmen, şiddeti engellemediği ya da azaltmadığı gibi, kanaatimce tersine artmasına neden oldu. Zira, yasa caydırıcı hükümlerden yoksun, etkinliği zayıf bir düzenleme olarak geçti ve tabiri caizse “dağ fare doğurdu”. Böylesi zayıf düzenlemelerin, suçu azaltmaktan ziyade artıracağı gerçeğini aslında hepimiz öngörmüştük. Yasadaki muğlak ifadeler ve yetersiz müeyyideler, şiddete eğilimli bireyleri caydırmaktan ziyade cesaretlendirmiş oldu.
Uzun zamandır, bu konu her açıldığında, konuşmanın nerdeyse en başında duymaya alıştığımız klişe bir söz dikkatimi çekiyor; “Doktorlar da bazen hak ediyor ama!..”. Bu yaklaşımın konuşmanın başında dile getirilmesi, ifade sahibinin bu konuyla ilgili sabit bir fikir hatta hüküm sahibi olduğunu, sizin görüş ya da savunmalarınızı dinlemek istemediğini ve iletişim henüz başlamadan konuyu kapatmak istediğini gösteriyor. Siz konuşmayı sürdürmek isterseniz, karşınızdaki kişi hemen, kim bilir ne zaman yaşanmış hekimlerle ilgili olumsuz bir anekdot ekleyiveriyor ardı sıra. Ve konu kapanıyor. Tasvir etmeye çalıştığım en hafif tabirle ilgisizliğin ve duyarsızlığın, beni en çok inciten yanı ise, bu yaklaşımın eğitimli, makam mevki sahibi hatta işi şiddeti engellemek, kamu adına mağduru savunmak ve hatta faili cezalandırmak olması gereken üst düzey kamu görevlileri tarafından da gösteriliyor olması.
Kamusal düzen, sosyal yaşam, davranış ve düşünce etiği, değer yargıları, temel insan hakları, … hangi bakış açısıyla bakarsanız bakın; hemen şu soruyu soralım kendimize, bu düşünce tarzına göre hareket edecek olursak, “Kimler dayak yemeyi hak etmiyor?..” Mesleklerden bahsederek polemik konusu yaratmak istemiyorum. Gündelik yaşamınızda temasta bulunduğunuz herkesi gözünüzün önüne getirmenizi isterim. Kamusal alanda, özel yaşamda, sokakta, çarşıda, pazarda, trafikte, masanın önünde ya da arkasında, bedeli mukabilinde ya da bi-lâ bedel, hizmet sunduğunuz ya da hizmet aldığınız, … “Kimler dayak yemeyi hak etmiyor?...”. Sizin cevabınızı beklemeden, soruma hemen cevap vermek istiyorum; “Hiç kimse!..”. Neden mi? Hekimler bunu yapıyor anlamına gelmesin ancak elbette gündelik yaşamda ben de sizler gibi, en doğal hakkım olan güler yüzü göremiyorum, hizmet sunanların ihmali ya da özensizliği yüzünden mağduriyetler yaşıyorum, bedeli karşılığında hizmet alırken dahi kötü muameleye, istismara uğruyorum. Bütün bunlara karşımdaki “insan”ın vücut dokunulmazlığına ve bütünlüğüne kasteder nitelikte, en ilkel davranış modeliyle karşılık vermeyi, medeni ve sosyal bir varlık olarak kendime yakıştıramadığımdan şiddeti tercih etmiyorum.
“Ama siz hekimsiniz, diğerleriyle kendinizi nasıl bir tutarsınız?” diyebilirsiniz. Evet biz hekimiz. İşte bu yüzden, bize şiddet uygulayan kişiyi bertaraf ettikten sonra, uğradığımız travmanın verdiği acıyı unutup, psikolojik çöküntüyü bir yana bırakarak, o kişinin yakınının ameliyatına girip, yaşama tutundurmaya çalışıyoruz. Hastalarımıza bakmaya devam ediyoruz. Bazen bir sonuç alınamayacağı yönündeki güçlü kanaatimizle şikayetçi bile olmuyoruz. Sözüm sadece muhataplarınadır, sizleri tenzih ederim; “Ama siz hekimsiniz, diğerleriyle kendinizi nasıl bir tutarsınız?” sorusunu sorarken, hekimliğin son birkaç on yıldır niteliksiz personel statüsüne taşındığının farkında mısınız? Asıl önemlisi bu durum sizi içten içe memnun ediyor mu? Farkındaysanız ve memnuniyet duyuyorsanız, “Ama siz hekimsiniz…” derken bu çelişkiyi nasıl izah edebilirsiniz. Geçerli bir izahınız yoksa vicdanınızdaki adalet terazisinin kefelerini nasıl dengede tutabilir siniz? Evet, ne yazık ki geldiğimiz noktada; gerek özlük hakları, gerek sosyal statü ve mesleki saygınlık, gerekse kamu idari hiyerarşisindeki yeri bakımından hekimliğin ne ayrıcalıklı bir yeri var ne de hekimleri koruyan bir mekanizma mevcut.
Bu satırları kaleme alma arzumun asıl kaynağı, sağlıkta şiddet olgusuyla ilgili yazılmış yüzlerce makaleye, bunun birkaç katı tartışmaya, konuşmaya bir yenisini eklemek değil elbette. Zaten, kendisini başka şekilde ifade edemeyen, sosyopatik, sorunlu bireyler her zaman, her yerde, herkese karşı şiddet içerikli davranışlarda bulunabilirler. Bu her toplum için geçerlidir. Günlük haberlere göz atarken, kadınlara karşı uygulanan şiddet haberlerine rastlamadığımız gün olmuyor. Bir bakıyorsunuz metroda bıçağını çekip, bin bir galiz küfürle kadınlara savuran biri, ya da hiç tanımadığı bir kadının hayatına eline geçirdiği palayla, sokak ortasında son veren bir cani karşımızda. Trafikte “ne bakıyorsun … ?” sözleriyle başlayıp taraflardan birinin ölümü ya da yaralanmasıyla sonuçlanan onlarca olaya tanık olmuşuzdur. Sokak hayvanlarına şiddet ülkemizin gündeminde yerini koruyan ve içimizi acıtan bir diğer gerçek. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak bir süredir zihnimi asıl meşgul eden hadisenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Eğitimli, medeni, topluma önderlik etmesi beklenen, bir çoğu kamusal ya da özel alanlarda karar verici mekanizmalarda rol almış, hatta öncelikli uğraş alanı suçun önlenmesi, kovuşturulması hatta cezai müeyyideyle karşılık bulması olan bireylerin, konu sağlık ve hekimlik olunca şiddeti ve ölüm dahil sonuçlarını mazur gören, “Doktorlar da bazen hak ediyor ama!..” ifadesiyle özetlenebilecek yaklaşımı. Bunu anlamak, nedenlerini irdelemek ve öngörülen sonuçlarını okuyucuyla paylaşmak bu yazının amacını teşkil etmektedir.
Son on yıllık sürece bakacak olursak, toplumda hekim düşmanlığı eğiliminin yükseldiği apaçık ortadadır. Bu aşamaya nasıl gelindiğini özetlemeye çalışacak olursak, Ülkemizin son 50 yılını on yıllara ayırarak irdelemek gerekiyor. 1980 öncesi, hekimler ve sağlık personeli için “altın yıllar” olarak nitelendirilir. Kısıtlı sayıda hekimin 24 saat mesai esasıyla, “tam gün yasası” kapsamında fedakarca hizmet verdiği, muayenehanelerin kapatıldığı, sağlık personelinin doyurucu ücretlerle taltif edildiği yıllardır. Bu yıllarda toplumda hekimlik mesleğine karşı yaklaşımı “hekim hayranlığı” olarak nitelemek mümkündür. 1980 sonrasında, “tam gün yasası”nın kaldırılması ve hekimlerin merkezi idareden koparılarak taşra teşkilatına bağlanmasıyla, hekimlik mesleğinin niteliksiz personel statüsüne geçirilme süreci başlamış oldu. Böylelikle gelirleri kasıtlı uygulamalarla azaltıldı, muayenehaneler yeniden açıldı ve bu yıllar adeta sağlık hizmetlerinin kamudan özel sektöre paslandığı yıllar olarak yakın tarihimize kaydedildi. Bu dönemde toplum nezdindeki hekim hayranlığı da, “hekim kıskançlığı”na evirilmiş oldu. 1990’ların ortası, 2000’ler arasında hekim kıskançlığının “hekim karşıtlığı”na evirildiğine tanık olduk. Kanaatimce devlet ricalinin bu dönemde, hekimlerle ilgili olumsuz ve yakışıksız beyanatları söz konusu evirilmenin nedenlerinden biridir. Bu dönemde, henüz gündemimizi meşgul edecek seviyede şiddet olgusuna rastlamıyoruz.
2000’lerden sonra hekim karşıtlığı, hızla “hekim düşmanlığı”na evirilmiş olarak karşımıza çıkar. 2000’lerden sonraki dönem, olumlu yönlerini sık sık dile getirdiğimiz, devrim niteliğindeki uygulamalarını alkışladığımız “sağlıkta dönüşüm” yıllarıdır. Burada dikkate değer husus, “sağlıkta dönüşüm”ün aslında hekimlerin kahir ekseriyetinin de taraftar olduğu, katkıda bulunmak istediği ve heyecanını yaşadığı bir dönüşüm paketi olmasına rağmen, merkezi sağlık otoritesinin bunu hekim ordusunu arkasına alarak gerçekleştirmek yerine, hekimlere rağmen kamuoyu lehine gerçekleştirilen kapsamlı bir değişim olarak takdim etmeyi tercih etmesidir.
Günümüze gelecek olursak; bir yandan hekimlere karşı düşmanca eleştiriler yönelten bireylerin çoğu, öte yandan çocuklarını tıp fakültesinde okutabilme şansına sahip olmak için adeta yarışıyor, tüm yolları deniyor, olanca gayret sarf ediyorlar. Tüm olumsuzluklara rağmen, tıp fakülteleri hala gözde yükseköğrenim kurumları. Hekimlerle ilgili eleştiri boyutlarını hayli aşan hatta düşmanlık derecesinde fikir sahibi olan bireyler neden çocuklarının doktor olmasını ister? Aslında toplumdaki olumsuz algının kaynağı bu sorunun cevabında saklıdır.
Bütün bunların ötesinde, kamu menfaatlerini daima önceleyen bir hekim olarak gelecekle ilgili kaygılarımı daha önemli buluyorum. Gözlemim odur ki, Tıp Fakültesi öğrencilerinin gelecek kaygıları, hekim olma arzularının önüne geçmiş durumdadır. Bu, onların akademik performanslarını ve hastaya müdahale isteklerini yok ediyor. Öğrencilerin milyonlarca akranı arasından seçilerek geldikleri tıp fakültesinde, saygın bir meslek sahibi olmak yerine, sadece geçimlerini sağlayacakları bir işe yerleşmek amacıyla okumaları, aslında toplum sağlığını tehdit eden bir olgudur.
Takdir edersiniz ki bazı meslekler özveri gerektirir. Hekimlik de bunlardan biridir. Bu meslekler sıradanlaştırıldıkça özveriden yoksun hale gelir ve hizmet alanların mağduriyetleri artar. Devlet eliyle verilen sağlık hizmetlerinin niteliği ve yeterliliği sorgulanmaya başlandığında, nitelikli sağlık hizmeti alabilmenin yolları aranır ve nihayetinde söz konusu hizmetler bedeli mukabilinde alınabilen ticari meta haline dönüşür. Sağlığın ticari meta haline dönüşmesinin getireceği sonuçların vahameti hepimizin malumudur. Bu durum nitelikli sağlık hizmetlerine erişimi, doğrudan yurttaşların ekonomik gücüyle bağlantılı hale getirir ve eşitsizlikler gündeme gelir. Sonuçta, “sağlık hizmetlerine erişimde eşitlik” ortadan kalkar ve en önemli bileşenini yitirmiş olan “Sosyal Devlet” ilkesi zarar görür. Bunlar göz önüne alındığında, ekonomik imkansızlıkları nedeniyle nitelikli sağlık hizmeti alamayan ya da içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan bir algı yanılsamasıyla alamadığını düşünen bireyler şiddete yönelebilirler.
Ülkemizde, her ilde hatta bazı ilçelerde aceleyle açılan tıp fakültelerinin kısa zamanda eğitim kadrosunu ve fiziksel yeterliliklerini tamamlayabilmesi mümkün olamamıştır. Bu yetersizlikler içerisinde eğitim alan tıp öğrencilerinin donanımlı bir hekim olarak meslek yaşamına atılması da olanaksızdır. Dolayısıyla, hekimlik mesleği kazandırılmak üzere, henüz tekamül etmemiş tıp fakültelerine alınan öğrenciler, yeterli eğitimi alamadan mezun olduklarında, gerek hastaya yaklaşım, gerekse nitelikli sağlık hizmeti sunmakta yetersiz kalmaktadırlar. Sağlıkta şiddetin nedenleri arasında bu husus da ihmal edilmemeli, dikkate alınmalıdır.
Sağlıkta şiddet konusu irdelenirken, hekimlerin olumsuz çalışma koşullarından ve yetersiz/dengesiz ücretlendirme politikalarından da bahsetmek gerekir. Ülkemiz koşullarında hekimler, son derece dikkat ve özen gerektiren hizmetleri, son derece olumsuz koşullarda vermektedirler ki, bu karşımıza sıklıkla “tükenmişlik sendromu olarak” çıkmaktadır. Ücretlendirme konusu ise apayrı ele alınması gerekir. Her meslek için geçerli olduğu gibi hekimlikte de yüksek kazanç elde eden küçük bir zümre bulunmaktadır. Sadece şu kadarıyla yetinmek isterim, hekimlerin ihmal edilebilir oranın dışında kalan çoğunluğu, hekim dışı sağlık personeliyle eşit ya da altında ücretle çalışmaktadır. Hekim değilseniz inanılması güç olacak ama zaman zaman bu konu, hekimlerin sesi çıkmasa da, hekim dışı personelin tepkisiyle kendisini göstermektedir. Hekimlerin hastayı kabul ettiği andan itibaren başlayan, yüklendikleri sorumluluk ve risklerden bağımsız olarak yetersiz ücretle çalıştırılması, tükenmişlik sendromuyla birlikte ele alındığında, verilen hizmet tatmin edici düzeyde olmayabilir. Hatta, son zamanlarda sıklıkla dile getirilen “defansif hekimlik” söz konusu olabilir. Bu da şiddeti körükleyen bir durum olarak değerlendirilmelidir. Söz defansif hekimlikten açılmışken, TUS’ta ileri düzeyde bilgi, beceri ve stres yönetimi gerektiren dallara karşı ilginin azalması, başarılı hekimlerin daha ziyade hastayla karşılaşmayacakları bölümleri tercih etmeleri de, bu bağlamda ele alınması gereken dikkate değer bir husustur.
Bütün bunlara rağmen ailelerin çocuklarının hekim olmaları konusundaki ısrar ve ihtiraslarının, sadece iş garantisi olan bir meslek kazanmaları arzusundan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Bu arzunun kaynağı, hekimliğin insanlık tarihi kadar eski, kadim bir meslek olmasının yanı sıra, belki de, ebeveynler nezdinde, yaşamdaki tüm kazanımlarına rağmen hala “beyaz önlük cazibesi”nin karşı konulamaz biçimde canlı tutulmasının yansımaları olabilir. Burada akla gelen soru ilginçtir. Toplumu oluşturan bireyler nezdinde, kendi evlatları söz konusu olduğunda neredeyse kutsanan meslek, toplumda nasıl oluyor da “karşıtlık”, “düşmanlık”, “şiddet” gibi sevimsiz kavramlarla karşılık buluyor?
Özetleyecek olursak; çelişkilerin hüküm sürdüğü, son derece karmaşık bir durum çıkıyor karşımıza. Toplumda “hekim karşıtlığı hatta düşmanlığı” hızla tırmanırken, aynı toplumu oluşturan aileler evlatlarının hekim olması için yarışıyor. Aynı toplumun bireyleri, başka ortamlarda karşılaştıkları benzer durumlarda sağduyusunu korurken benzer durumla karşılaştıklarında –ya da genellikle öyle algıladıklarında– sağlık kurumlarını birbirine katıyor, kamu malına zarar veriyor, hekimi, hemşireyi darp ediyor, diğer vatandaşların en temel hakkı olan sağlık hizmeti almalarını engelliyor. Ve en önemlisi asayişi, huzuru ve sükunu sağlamak ve korumakla yükümlü yasama ve yürütme organları şiddeti önlemekte yetersiz kalıyor, hatta söz konusu kurumların bazı yetkilileri kamu düzenini bozan ve görevi başındaki kamu görevlilerinin mağduriyetiyle sonuçlanan bu olayları mazur görme eğiliminde. Peki bu kadar çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Ben bu sorunun cevabını biliyorum aslında ancak bu satırları okuyanların da bildiklerini düşündüğümden ya da cevabı kendilerine bırakmamın doğru olduğunu düşündüğümden, yazmaya gerek görmüyorum.
Sonuç olarak, şairin dediği gibi “Durun kalabalıklar!.. Bu sokak çıkmaz!”. Zira, sağlıkta şiddet olgusundan sadece hekimlerin, hemşirelerin zarar gördüğünü düşünenler aldanırlar. Zarar gören, sadece bir meslek ve mensupları değil, Sosyal Devlet ilkesidir, sağlık hizmeti alanlardır, yani top yekûn bu ülkenin vatandaşlarıdır aslında. Bizler ülkemizin yönetim kademelerinde bir yer işgal ediyorsak, bu sorunu çözmedikçe vatandaşlarımızın hakkını, hukukunu koruyamamış oluruz. Gelin bu vebali almayalım."