Devleti devlet yapan yasama, yürütme ve yargı arasında bir eşgüdüm ve işbirliği olmasıdır.
Bu olmadığında "devlet"in devlet niteliği ortadan kalkar, bir kaos doğacağı için, yurttaşın gereksindiği hizmetin sağlanması da söz konusu olamaz.
Yasama da, yürütme de yargının kontrol ve denetimi altında olmalıdır.
Ama ne yazık ki uzun süredir böyle olmuyor. Her şeye "hukuk"tan geçtik, "yasallık" bile değil "keyfi"lik egemen.
"Cüzzam"la değil, "Cüzzamcı"larla uğraşılıyor...
Yaklaşık üç yıldır bir "yılan" hikâyesi"ne dönen İstanbul Lepra Deri ve Zührevi Hastalıklar Hastanesi'nde yaşananlar yukarıdaki saptamalarımın bana en yakın, en son ve en somut örneklerinden birisini oluşturuyor. 25 yılı aşkın süre çalıştığım bu hastane, üç yıl önce kapatılıp "klinik" statüsüne indirilmek suretiyle bahçe komşusu olduğu Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne bağlandı.
Lepra hastanesi bir "özel dal hastanesi"ydi ve burada farklı bir hizmet sunuluyordu. Bağlandığı hastane ise bir bölgesel genel hastaneyken sonradan bir "eğitim" hastanesine dönüştürülmüş, ama eğitim yerine "hizmet"i önceleyerek "en çok kazanan" hastane olmayı yeğleyen neredeyse "yarı özel" bir sağlık kurumudur. Üstelik bununla da her fırsatta "övündüğü" bilinen bir kurumdur.
Bu hastane lepralı hastalardan herhangi bir para kazanamayacağı bilindiği halde, hemen yanı başında "para" dışında bir amaç için çalışan "farklı" bir sağlık kurumunun varlığı, yeğlenen sağlık sistemi için bir "çıban başı" olduğundan, bu kurumun "dönüştürülme" adı altında ortadan kaldırılması için bir tür "operasyon merkezi" haline getirildi.
Bu kurumun "kurucusu var edeni" olan Prof.Dr. Türkân Saylan'ın ve onu destekleyenlerin bu modele itiraz ediyor olmaları, başka bir deyişle "politik bir muarız" kabul edilmesi de bu sürecin yaşanmasının nedenlerinden birisiydi.
Hukuksal alt yapısı olmadan gerçekleşen, bir anlamda "el koyma" niteliğindeki bu "dönüşüm", daha önce de bu satırlarda dile getirdiğim üzere, yasal, meşru ve hukuki olmadığı için, yargı bu idari tasarrufa "dur, yapamazsın; bunda kamu yararı yok" dedi ve bu kararı da kesinleşti.
Bu uzun bir süre içinde gerçekleşti. Bu süreçteki pek çok işlem ya gecikerek, ya da geç tebliğ edilerek, bu hastanede yıllardır sürdürülen "özel" hizmet "söndürülme" yoluyla giderek ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Uygulanmayan karar
Söz konusu yargı kararının tebliği ve kesinleşmesinin üzerinden uzun süre geçmesine karşın, idare bu kez erkini kullanarak ve "zor" yoluyla hastanenin eski başhekimiyle yapıldığı söylenen bir "protokol"e dayanarak, daha önce bağladığı hastane eliyle hizmeti görmeyi sürdürmeyi yeğledi.
Üstelik bu hastaneyi başka bir açıdan da "özel yapan", Cüzzamla Savaş Derneği, İÜ Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Sağlık Bakanlığı arasında 1982'den beri yürürlükte olan "üçlü protokol"ün, Sağlık Bakanlığı'nca tek yanlı olarak ortadan kaldırılmasının da iptaline dair Mart başında yine idare mahkemesi tarafından verilen başka bir karar bu "idari tasarruf"u da ortadan kaldırdı.
Ama bu kararın uygulanması da, yine geçerli yasalara aykırı biçimde iki aydır işleme konulmadı. İlk kararın gereği olarak kurumsal kimliğine kavuşan hastaneye yalnız bir başhekim, bir müdür, bir müdür yardımcısı ve bir memur atandı. Böylelikle Lepra Hastanesi "kağıt üzerinde" kurumsal kimliğine dönmüş oldu.
Kuşkusuz bunlar aslında idareciler açısından kişisel bakımdan da sorumluluk doğuran bir uygulamadır ve bu konudaki tüm tasarruflar, yalnızca idari bakımdan değil, üzerine gidildiğinde "mali" sorumluluklar da doğuracaktır.
Bu yapılanlar aslında, belki de dünyada benzer hiçbir örneği olmayan bir yöntemle, "bir kurumun tüm çalışanlarına" tüm boyutları ve unsurlarıyla bir tür "mobbing" uygulamasına dönüşmüş durumda.
Geçen hafta yaptığım son ziyaretimde eskiden birlikte çalıştığım arkadaşlarımın "mobbing"in tüm bulgularını ve "çaresizlikten kaynaklanan mutsuzluklarını" fark edince çok üzüldüm.
Üstelik bu durum başbakanın konuya ilişkin ve tüm idari kurumları bağlayan bu konuda bir genelgesinin varlığına karşın yaşanıyor.
Kuruma yönelik "Mobbing"
Kurumsal varlığını "kağıt üzerinde sürdüren" hastaneye gereken hizmeti görecek hekimlerin atanmaması mobbingin temel unsurlarından birisi olan "işlevsizleştirme/işsizleştirme"nin çıkış noktasını oluşturuyor. Belirttiğim gibi hastanenin şu anda hekim olarak yalnızca başhekimi var. Mevcut sağlık sisteminde sağlık kurumlarının işletilmesi için zorunlu olan "döner sermayeler" ancak "çalışan hekimler" üzerinden işleyebiliyor. Hekim olmadığı için hastanenin döner sermayesi çalışamıyor, kurumun hizmetine ve varlığını sürdürmesine yönelik tüm işlemler de "döner sermaye"ye bağlı olduğu için hastanenin kendi hastalarına bile "resmen" hizmet vermesi mümkün olamıyor.
Mobbingin ikinci uygulama biçimi hemşirelere yönelik uygulanıyor.
Daha önce Dr.Sadi Konuk Hastanesi, bağlanma işlemi sırasında kendi bünyesine aldığı hemşirelerin bir bölümü, bağlanma kararının iptaliyle eski çalıştıkları kurumun bünyesinde ve önceden olduğu gibi çalışmayı yeğledikleri için Lepra hastanesine dönmek istediler. Uzun süre bekletildikten sonra, hukuki karar gereği, yeniden kendi kurumlarına atamaları yapıldı. Ancak görevleri başlarında oldukları halde eskiden yaptıkları işleri yapmalarına izin verilmiyor ve halen Dr. Sadi Konuk Hastanesi'nin bir "kliniği" gibi çalışan hastanede hizmetler yalnızca bu hastanenin kendi kadrosuna geçen hemşirelerle hizmeti yürütülmeye çalışılıyor.
Bu çalışan hemşireler de eskiden lepra hastanesinde çalışan ve "döner sermaye gelirlerini" yitirmek istemeyen, bu nedenle de Dr. Sadi Konuk Hastanesi bünyesinde kalmayı yeğleyen "üç" hemşire.
Bu üç hemşire çalışma yasasında örneğin çalışma süreleriyle ilgili tüm hükümlerini ihlâl edilerek, bir anlamda "cezalandırılarak" yani başka bir "mobbing" uygulamasına maruz bırakılarak hafta boyu gün aşırı tuttukları nöbetlerle ve çalışma süresinin çok üzerinde sürelerle çalıştırılarak hizmet sürdürülmeye çalışılıyor.
Hasta hakları da ihlâl ediliyor
Hastanede mesai saatinde bile sürekli olarak "uzman hekim" bulundurulmuyor ve yine yasalara ve hasta haklarına aykırı bir şekilde "asistan"larla hizmet veriliyor.
Yatmakta olan hasta sayısı çok az olduğu için henüz bir "sorun" çıkmasa da bu da başka bir sorun. Böylelikle hastaların sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma hakları ortadan kalktığı gibi, söz konusu asistanlar bilmedikleri bir alanda yalnız başlarına hizmet vermek zorunda bırakıldıkları için de başka bir "cezalandırma"ya maruz bırakılıyorlar.
Bu haliyle hastane başhekim, müdür ve birkaç idari personel ve birkaç hemşireyle hastane "bekleyerek ve izleyerek" günlerini geçiriyor.
Hastalar da durumu anlamıyorlar; kendilerine verilen hizmet önceden yapıldığı gibi yapılması bir yana, hastanede bulunan ama işlere karıştırılmayan personel nedeniyle hastalar üzerinden de sağlık personeline "baskı uygulanmaya" çalışılıyor. Bu da aslında başka bir tür "mobbing"e yol açıyor.
Kurumdaki en önemli bir başka "mobbing uygulaması" da personelin mevcut sistem içinde yine yasal olarak belirli bir oranda verilmesi gereken "döner sermaye payları"nın ödenmemesi nedeniyle gündeme geliyor.
Bu da personelin, geleceği ve kurumuna sahip çıkma anlamında direncini kırmaya yönelik başka "zorlama ve cezalandırma"dan başka bir şey değil ve çalışanları "mağdur" eden bir noktaya erişiyor.
Bunların tümünün yasal ve hukuki olmaması bir yana, idarenin dediğini yapmayarak bir anlamda hizmet için her şeyi göze alıp direnmeleri sonucu olduğu kuşkusuz.
Bu kurum gerekli!
Her ne kadar cüzzam hastalığı kontrol altına alınmış olsa da bitmiş değil ve en azından yeni çıkacak hastaların erken tanınıp doğru ve etkin tedavisi ve bakımı için bu kurum gerekli.
Burayı "yoktan var eden" Türkân Saylan'ın 2.ölüm yıldönümüne bir hafta kala, onun ve onunla birlikte çalışanların emekleri yok sayılarak, eserlerinin böyle ortadan kaldırılması trajikomik ve üzücü bir durum.