İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Yunus Söylet, Tam Gün ve performans sisteminin üniversite hastanelerine etkilerini değerlendirdi. Prof. Dr. Söylet, Tam Gün Yasası’nda sürecin uzaması ve belirsizliklerin devam etmesinin tam günün uygulanabilirliğini ciddi şekilde etkilediğini belirtti.
Aynı zamanda Yükseköğretim Kurulu (YÖK) üyeliği görevi de bulunan Prof. Dr. Söylet, hekimlerin küskün ve demoralize olduğunu ifade ederken, bu konuda acil bir kriz yönetimine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Öğretim üyelerinin de yeni uygulanan sistemle ilgili akademisyen sabrı göstermesi gerekliliğini öneren Prof. Dr. Yunus Söylet, Medimagazin’in sorularını yanıtladı.
Tam Gün Yasası ve performans üniversitelerde uygulanmaya başladı. Özellikle üç büyük şehirdeki üniversitelerde öğretim üyeleri tarafından her ikisi de tam anlamıyla kabul görmedi. Sizin değerlendirmeniz nedir? Performans ve tam gün artılarıyla, eksileriyle üniversiteleri nasıl etkileyecektir?
Tam Gün Yasası’nın yürürlüğe girmesi süreci sancılı oldu. Ozellikle Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararının açıklanmasının çok uzaması ve arada gelen Danıştay kararları nedeniyle ortada kalan kanunu net olarak yorumlamak ve bir gelecek tasarımi yapmak imkânsız hale geldi. Sonra muhtemelen seçim atmosferine girilmesi nedeniyle, belirsizliği devam eden konularda kanun ve yönetmelik boşlukları giderilemedi. Bu belirsizlik Tam Gün Yasası’nın uygulanabilir olmasını çok etkiledi. Saat 17’ye kadar herkesin tam gün çerçevesinde çalışacağı konusunda bir tartışma yok. Bu aslında üniversiteler tarafından çok mantıksız bulunan bir şey de değil. Ancak 17’den sonra nasıl çalışılacağı, kimin nerede çalışacağı, muayenehanede çalışılıp çalışılamayacağı, yine özel hastanelerde çalışılıp çalışılamayacağı, çalışılacaksa üniversite öğretim üyelerinin hangi statüde çalışacağı ve ücretlendirmenin nasıl olacağı, muayenehanenin prensip olarak olup olmayacağı gibi belirsizlikler Tam Gün Yasası’nın uygulanabilirliğini ciddi boyutlarda etkiledi. Bir de Danıştayın zaman zaman gündeme gelen kararları gerçekten insanları bu yasayı yorumlayabilir olmaktan da uzaklaştırdı. Size şöyle söyleyeyim. Üç hukukçuya ya da üç tıp öğretim üyesine tam günün şu an nasıl uygulanması gerektiğini sorun, eminim ki üçü de ayrı şeyler söyleyecektir.
Üniversitelerde farklı şekilde uygulanmaya başladı.
Her üniversitede ufak tefek farklarla uygulanıyor. Temel farklılıklar olan üniversiteler de var. Bir konu daha var. Diyelim saat 17’den sonra, şu anki kanunlar engellemediği için öğretim üyesi muayenehane çalıştırıyor veya bir özel hastaneye gidip çalışıyor. Bu öğretim üyelerinin kendi kurumlarında döner sermaye alıp almayacakları hususu bile farklı uygulanıyor.
Peki siz bundan sonraki süreçte ne öngörüyorsunuz?
YÖK üyesi sıfatımla da düşünüyorum. Ben aynı zamanda YÖK’te Tıp Çalışma Grubu Başkanıyım. Dolayısıyla YÖK’ün tıpla ilgili konularında zaman zaman politika belirlerken birkaç söz söyleyebilen biriyim. Genel olarak baktığım zaman birincisi, süratle YÖK’te bu tür sorunların, YÖK’ün direkt sorunu olduğu algısının gelişmesi lazım. YÖK’ün eğitim-öğretimle ilgili olduğu için üniversitelerin tam günle ilgili olan sorununa bence çok daha dinamik ve aktif yaklaşması gerekecek. Ben bunun ilk belirtilerini görüyorum. YÖK’te bu bilinç oluşmaya başladı. Bundan sonra da bence iş birlikleri konuşulmaya başlanacak. Yani nasıl ki devlet hastanesi, üniversite hastanesi iş birliği çok daha fazla kurallara bağlanmaya çalışılıyor ve konuşuluyor ise üniversite hastaneleriyle, özel hastanelerin iş birliği de konuşulacak. Bunların kurallara bağlanması ile tam günün getirebileceği bazı sıkıntıların ortadan kaldırılacağını umut ediyorum.
Sağlık Bakanlığı aslında yükseköğretime bayağı invaze olmuş durumda. Bunun en son göstergesi de performans sistemi. Aslında yükseköğretimi de bir yerde Sağlık Bakanlığı kontrol ediyormuş gibi bir durum var. Ancak sizin şimdi söylediğinize bakacak olursak acaba şu noktaya mı gidiyoruz? Eğitim ve araştırmayı bir taraftan tamamen YÖK devralacak, ama üniversiteler de dâhil olmak üzere, sağlık hizmeti Sağlık Bakanlığı tarafından verilecek. Bu noktaya mı gidiyoruz? Afiliyasyon bunun bir örneği. En son çıkan vakıf üniversiteleri ve devlet hastaneleri afiliyasyonu da bunun bir örneği.
Şöyle cevap vereyim. Doğrusu şu an yüzde yüz sizin söylediğiniz çerçevede bir risk görmüyorum. Çünkü mutlaka bu devleti yönetenler, siyaset kurumundaki insanlar da bunun çok ciddi sakıncalar doğurabileceğini göreceklerdir. Şu an tıbbi tedavi sektöründe üç oyuncu var. Bunlardan biri Sağlık Bakanlığı ve devlet hastaneleri, ikincisi özel hastaneler, üçüncüsü de üniversite hastaneleri. Bu yapıyı ikili bir yapıya çevirmenin bu ülkeye çok fazla bir katkısı olmayacaktır. Bu üçlüyü rahat yaşayabilir bir halde tutmak ve üçlünün ilişkilerinin içine rekabet ilişkisini de sokmanın faydası olacağını düşünüyorum. Sağlık Bakanlığının sektörde hastane yöneten bir kurum olması zaten biraz garip. Çünkü bütün erk zaten onda. O bir grubu yönettiği zaman, diğer iki grubun hayatiyetine ciddi bir etkisi var. Sağlık Bakanlığı da hastane yönetiminden çıkmak istiyor gibi. Kendilerinin de bir beyanı var. Kamu Hastane Birlikleri Yasa Tasarısı’nın bunu öngördüğünü söylüyorlar. Ben böyle bir varsayımın çok doğru olmayacağını umut ediyorum.
Şunu söylemeye çalışıyorum. Kaçınılmaz olan şudur. Sağlığı biz liberal ekonominin bir unsuru olarak görmüyoruz. Sosyal devlet ilkesi çerçevesinde, tamamen sosyal devletin temel görevlerinden biri olarak görüyoruz. Hem geçmişteki son iki hükümet hem de kurulabilecek bir hükümet bu temel anlayışı birdenbire değiştirmeyecekmiş gibi. Dolayısıyla bunu görmeye devam ettiğimiz sürece kamu bir oyuncu olmaya devam edecek, öyle gözüküyor. Bunun faydasını, zararını da tartışmıyorum ben. Bence böyle de olması lazım. Ama burada doğru olan kamu özel ortaklıklarını daha fazla gündeme getirmek. Yani özel hastanelerin özellikle yönetim dinamizmini ve yurt dışı ilişkilerini bizim bir şekilde devlete taşımamız lazım. Özel sektörün dezavantajlarını da kamu-özel iş birliği içinde eritmemiz lazım diye düşünüyorum. Kamu özel ortaklığı bana göre sihirli kelime gibi geliyor.
Yarı zamanlı öğretim üyesinin fazla olduğu üniversitelerde performans ve tam güne karşı bir direnç söz konusu. Bu süreçte öğretim üyesi kayıplarının olabileceğini düşünüyor musunuz?
Kayıplar mutlaka olacaktır. Bu kaçınılmaz. Ben öyle bir üniversitenin rektörüyüm. Bizim 250 civarında öğretim üyemiz “part-time” çalışıyor. Bunlar genellikle çok iyi bilinen, isimleri tanınan öğretim üyeleri. Dolayısıyla kayıplarından da bizim üniversitemizin etkilenebileceği öğretim üyeleri. Bir kısmını kaybedeceğiz. Kalanlarla ilgili olarak da performans yönetiminden dolayı birtakım şüpheciliklerin ve birtakım gelecekle ilgili endişelerin olduğu doğru. Bunu şöyle aşabileceğiz diye düşünüyorum. Biz üniversiteye çalışma barışını mümkün olduğunca az bozan bir performans ödeme sistemi getirmek durumundayız. Şunu kastediyorum. Çalışma barışını ödemeler arasındaki büyük farklılıklar çok bozuyor. Büyük farklılıkları ortadan kaldırmalıyız. Özellikle üniversitedeki hiyerarşik yapıyı bozmayacak bir ödeme sistemi konusunda hassasiyet göstermeliyiz. Üniversitenin, üniversite gibi kalabilmesi gerekiyor. Eğitim, öğretim ve araştırma konularına da ciddi bir ödeme yapabilmeliyiz. Bu aynı zamanda temel bilimlerdeki hocalarımızın kaygılarını da giderebilmeli. Eskisinden çok düşük olmayacak, belki yüzde 15-20 düşük olabilecek kadar temel bir performans ödemeye devam etmeliyiz. Bireysel performansı, kurum performansının önüne geçirmemeliyiz. Kurum performansı önde gitmeye devam ettiği sürece, bireysel farklılıkların boyutunu biraz daha az tuttuğumuz müddetçe, performans uygulaması çalışan ile çalışmayanı da biraz ayırt etmemizi sağlayacaktır. Bir parça olsun çalışan insanı taltif etmek, çalışmayan insanı da bir şekilde çalışana özendirecek tedbirleri almak durumundayız. Performans uygulaması bu işe yararsa bence faydalı olur. Dediğim gibi üniversiteye yakışır, çalışma barışını az etkileyecek ya da hiç etkilemeyecek bir performans yönetimi anlayışı sergilemek şartıyla.
Performans eğitim ve araştırmayı, yayın sayısını azaltır ve daha fazla hizmete yönelik bir algı gelişirse sıkıntı olmaz mı?
Ben bütün cümlelerimde bunu söylemeye çalıştım. Eğitim-öğretimin finansmanının sağlanması ve üniversitedeki araştırma, yayın, patent gibi üniversiteyi temel görevlerinden uzaklaştırmamak gerekiyor. Bu fonksiyonların da çok özendirilmesi gerekiyor. Üniversitenin bir hizmet makinası olmadığının performans yönetiminde de gösterilmesi gerekiyor. Zaten bu kaygılar nedeniyle üniversiteye yakışır bir performans yönetimi diyorum.
İstanbul Üniversitesinde sizin somut olarak uyguladığınız performans sisteminde ne tür aksaklıklar oldu ya da ne gibi artılar oldu?
Biz çok yeni başladık. Daha ilk ödemeleri yeni yaptık. Bizim çok geniş bir yapımız var. Otomasyonla ilgili de yeni bir dönüşüm içerisindeyiz. Bu nedenle ancak uygulama şansını buluyoruz. Bizim kardiyoloji ve onkoloji hastanelerimiz var. Buralarda başladık. Bu performans dağılımını ilk defa yaptığımız için doğrusu çok büyük tecrübe aktaramayacağım. Çok olumlu anlamda sevinenler olduğu gibi, “Bu performans nereden çıktı?” diyenler de var mutlaka. Gelir düzeylerine göre bunu söyleyebiliyorlar. Biraz zor bir süreç. Hiç taltif ya da cezaya alışmamış, performanslarına hiç bakılmamış bir gruba ilk defa böyle bir yaklaşımda bulunmanızın ortaya sorunlar çıkaracağı kaçınılmaz.
Asistanlarla ilgili durum nedir?
Şöyle söyleyeyim. Bu konuda çok büyük sevinç yaşıyorum. Her birinde en az yüzde yüz arttı asistanların performansı.
Ödemelerini yaptınız mı?
Ödenen üç birim var. Biri de diş hekimliği. Üçünde de minimum yüzde 110 arttı.
Asistanlar diğer üniversitelerde haklarını almak için eylem yaptı, çok rahatsızlardı.
Asistanlar açısından üniversite hastanelerinde ya da İstanbul Üniversitesinin üç hastanesinde minimum yüzde 110 arttı. Memnuniyetsiz olacaklarını düşünemiyorum.
En büyük sorunu belirsizlikler olarak görüyorsunuz. Sağlık personeli geleceğini göremiyor. Bu belirsizlikler kalkarsa herhalde işler rayına oturacaktır.
Hekimler çok küskün ve çok demoralize. Birincisi sağlığı yöneten insanların bunu önce kabul etmeleri, böyle bir sorun olduğunu kabul etmeleri ve hekimlerin, çalışanların moralinin yüksek tutulmasının hangi politika uygulanırsa uygulansın önemli olduğunu kabullenerek buna yönelik çözümler üretmeleri şart. Bakın bu yapılmazsa hiçbir şey rayına oturmayacaktır. Bunu net olarak söyleyebiliyorum. Biz hekimler olarak, tabip odası hekimlerin önemli bir sivil toplum kurumu olarak ve sağlıkla ilgili tüm kurumlar hekimlerin imajının, moralinin düzelmesi için mutlaka acil bir kriz yönetimi uygulamalıyız. Bu konuda bu ülkenin kriz yönetimine ihtiyacı var. İkincisi, şunu bilmeliyiz. Bütün bu yönetmeliklerin, kanunların hiçbiri neticede değişmez değildir. Bazı şeyler için biraz sabır biraz akademisyen sabrı, akademisyen gözüyle izleme, yanlışları tespit etme ve sonra o yanlışların düzeltilmesi süreci içerisinde birazcık sabırlı olmamız gerekiyor. Yani teorik kabul ya da teorik retlere karşı mutlaka yolda da bazı şeyleri düzelteceğimizi düşünüyorum. Ancak hataların henüz daha ortada olmadığı bir durum içinde önyargılı olmaktan da kaçınmak gerekir diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.