Annelik de doktorluk da zor. Ama hem doktor hem de anne olmak çok daha zor. Biz de doktor annelere iki görevi birden nasıl yürüttüklerini sorduk, ilginç cevaplarla karşılaştık.
Beş yaşındaki küçük kız, doktor bir annenin çocuğu sıfatıyla radyo programına katılır. Spiker, “Ne kadar şanslısın, hekim bir annen var, doktora gitmek zorunda kalmıyorsundur.” der. Ufaklık, gecikmeden taşı gediğine oturtur: “İnsan doktora yılda birkaç kez gider. Ama anne her gün lazımdır.”
Bu anekdot, aslında hem doktor hem de anne olanların yaşadıklarını özetliyor. Onlar yıllarca gecesini gündüzüne katarak eğitimlerini tamamlıyor, ardından da ağır mesailere ve uykusuz gecelere maruz kalıyorlar. Hayatları belirli bir yoğunlukta akıp giderken her kadın gibi anneliği tatmak istiyorlar. Fakat mesaisi 24 saat bitmeyen bu iki önemli mesleği bir arada götürmek öyle göründüğü kadar kolay olmuyor.
Biz de doktor annelere çocuklarını nasıl büyüttüklerini, hangi zorluklarla karşılaştıklarını, evlatları hastalandığında hangi kimliğe büründüklerini, anneliğin mesleklerine etkisini sorduk. Onlar filmi geriye doğru sararken bazen hüzünlenip bazen gülümseseler de her daim mutluydular…
“Babam genç iken tüberküloz (verem) geçirmiş. Ankara’da tedavi görmüş. Doktorunun adı Esin’miş. Babam da ‘Allah bana kız çocuk verirse adını Esin koyacağım, okursa da doktor olsun’ diye aklından geçirmiş. Bu olay evimizde zaman zaman anlatılır ve beni etkilerdi. Bu vesileyle severek doktorluğu seçtim.” Çorlu Şifa Hastanesi’nden Göz Doktoru Esin Erbilen, tıp fakültesini tercih sebebini böyle anlatıyor. Üsküdar Mihrimah Sultan Tıp Merkezi’nin Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Gülhanım Bayrak Hanım’ın da benzer bir hikâyesi var: “Bu mesleği özellikle seçmedim. Babam çok istiyordu. Kendisi Türkiye’nin ilk kalkınmaya başladığı yıllarda öğretmendi. O dönemler erkek çocuk için görebileceği en uzak ufuk mühendislik, kız için de doktorluktu. Onu dinledik. Erkekler mühendis, kızlar da doktor şimdi.” Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Hafize Erkal’ı da büyükleri yönlendirmiş: “Ablam eczacıydı. Tıbbı istemişti ama kazanamadı. Benim yazmamı arzu etti. Bana kalsa fizik mühendisliği okurdum. Doktorluğu seçecekler soğukkanlı olmalı. Ben çabuk heyecanlanan, küçükken ölen tavşanının ardından günlerce ağlayan, duygusal biriyim. Mesleğime zor alıştım.”
DOKTORLUKTAN ANNELİĞE GEÇİŞ
Şu anda Dr. Hafize (50) ile Dr. Esin’in (32) 3, Dr. Gülhanım’ın da (46) 8 çocuğu var. Dr. Hafize Erkal ihtisasın ikinci yılında oğlu Turan Selman’ı dünyaya getirmiş. Kendi bebeğine de ilk etapta doktor gözüyle bakmış: “İhtisasımı Haseki Hastanesi’nde yapıyordum. Orada çok anomalili çocukla karşılaşıyordum. Gördüğüm hastalar rüyalarıma girerdi hep. O zaman ultrason da yaygın değildi. Oğlumun sağlık durumunu bilemiyordum. Kayınvalidem hâlâ anlatır, güleriz. Doğumdan sonra çocuğu yanıma getirdiler. Hemen kundağını açmış, eline ayağına bakıp genel bir muayene etmişim. Acaba bir anormallik var mı diye.”
Dr. Esin de ihtisasını tamamlamasına bir yıl kala oğlu Ahmet Emre’yi kucağına alır. “15 Aralık 2004’te ilk çocuğum doğdu. Doğurmak için o kadar çaba sarf ettikten sonra bebeğin ağlama sesini duymak çok rahatlatmıştı beni. Problem yoktu ve beraberlik bitmişti. Artık yüzünü görebilecektim. İlk kucaklayış, ilk sarılma, onu ilk öpme… Çok müthiş duygular bunlar. O gece bebeği sevmekten uyuyamamıştık nerdeyse.”
İhtisas dönemi her doktor için oldukça sancılı bir süreç. Çünkü öğrencilikten daha fazla ders çalışmaları, ödev hazırlamaları gerekiyor. Üstelik ayda 7-8 gece nöbet tutuyor, gündüzleri de sabahtan akşama kadar hastanede çalışıyorlar. Bu yoğunluğun üzerine bir de çocuk ya da çocukların sorumluluğu eklenince sizce yaşamları nasıl değişiyor?
“BİR İNSANA ONU UYUTMAYARAK NASIL İŞKENCE YAPILIR BİLİRİM”
Üniversitenin dördüncü yılında sınıf arkadaşıyla hayatını birleştiren Dr. Gülhanım, 21’inde anneliğe adım atmış. Okulunu bitirdiğinde de iki çocuğu varmış. Okul dersleriyle anneliğin getirdiği mesuliyetlerin üstesinden ebeveyn desteği alarak gelmiş: “Anne-baba olsak da hayatımızın büyük çoğunluğu öğrencilik faaliyetiyle geçiyordu. Eşimin ailesiyle birlikte yaşıyorduk. Görümcem de diş hekimliği okuyordu. Birlikte okula gider gelirdik. Evin çocukları gibiydik. Yeni doğan bebek de minik kardeşimizdi sanki.”
Yalnız Dr. Gülhanım’ın zorlu hayatı ihtisas döneminde başlar. Hem önceki yılların aksine büyüklerden yardım almaz hem de 2 değil, 5 çocuğun bakımından sorumludur artık: “Eşimle ayarlama yapıyorduk. O, ben nöbet tuttuğumda evde oluyor, o tuttuğunda da ben kalıyordum çocuklarla. Ayın sadece üçte biri ikimiz de evde bulunuyorduk. Bebek olduğunda da ben nöbetteyken eşim onu ve diğer çocukları toplayıp getiriyordu hastaneye. Bekliyorlar, ufaklığı emziriyordum. Sonra hepsi birlikte geri dönüyorlardı.”
Olaylara pratik çözümler bulmayı seven ve hayatı önüne geldiği gibi yaşayan Gülhanım Hanım, bu zorlu sürecin de üstesinden gelir. Mesela çok çok az uyur. Hem de ‘Bir insanı uyutmayarak nasıl işkence yapılır, uykusuzluklar ne hisseder iyi bilirim’ diyecek kadar. Evinde işe yaramayan hiçbir eşyayı bulundurmaz. Çünkü ‘ne kadar eşya o kadar hizmet’ demektir. Çocukların eğitimini, kişilik gelişimini olumsuz etkilememek için de asla evine televizyon almaz. Hayatını dakikası dakikasına planlar. Birkaç saniyelik aksayış bile onun günlük yaşamını olumsuz etkiler. İşini iş yerinde bırakmak için cep telefonu kullanmaz. Allah’ın yardımı, eşinin manevi desteğiyle sıkıntılı günler geride kalır. Diğer ebeveynleri çok fazla meşgul eden çocukların eğitim faaliyetleri Gülhanım’ın ailesinde pek sorun yaratmaz, çocuklar çoğunlukla kendi işlerini hallederler.
Dr. Esin de ilk çocukla birlikte yeme-içme alışkanlığından tutun da hayatındaki her şeyi bebeğine göre ayarlar. Çocuklarını büyütürken babaanne ve dededen yardım alır. Ama yine de aklı evdedir: “Daha stresli biri oldum. Çünkü düşünmem gereken, sorumlu olduğum sadece kendim değildim artık. Çalışarak nasıl iyi çocuk yetiştirebilirim diye kara kara düşünüyorum. Üç çocuğum da 2.5 aylıkken işe başladım. Yalnız; çalışmamam, evde bulunup onlarla hakkıyla ilgilenmem gerektiğini düşünerek uzun süre vicdan azabı çektim.”
Tabii bu yoğun tempoda üzerine düşünmeye bile fırsat bulamadıkları üzücü olaylar da yaşarlar… Dr. Hafize Hanım, doğumdan sonra eğitimine kaldığı yerden devam eder. Dört aydan sonra bebeğinden ilk kez ayrılır. Henüz yeni başlamıştır işe. Oğlunu çok özler. Nöbet sonrası eve gelir. Turan Selman bakıcının kucağındadır. Heyecanla ‘Annecim ben geldim’ der. Fakat oğlu bir türlü başını çevirip yüzüme bakmaz, kucağına gelmez: “Bu olay beni çok üzse de üzerine düşünmeye bile vaktim olmadı. Asistan sayısı çok azdı. Hastalarınız oluyor, teşhis koymak, araştırma yapmak, ders çalışmak zorundasınız sürekli. Bir de insan hayatıyla uğraşıyorsunuz. Kendi sorunlarınızı ikinci plana atıyorsunuz. İhtisas bitti. Zihnim duruldu. Sonra o günleri düşününce hep içim acıdı. Annesini doğru düzgün göremedi oğlum.”
Hastalık deyince aklımıza ilk gelen isim doktordur. Hep zannederiz ki doktorların çocukları hasta olmaz. Halbuki onların da yavruları hasta oluyor, onlar da her anne gibi paniğe kapılıp soluğu başka bir hekimin yanında alıyor. Dr. Hafize Erkal ilk yıllar çocuklarının hastalığından kendini sorumlu tutsa da zamanla bu tutumundan vazgeçer: “Benim de imtihanım hastalıklarlaydı. Büyük kızım Senanur ve küçük kızım Feyza sık sık boğaz enfeksiyonu geçirir, ateşleri cok zor duşerdi. Bazen hastaneye götürmek zorunda kaldığımız olurdu. Onları o hâlde görmek beni çok üzüyordu. Evde tüm müdahaleleri yaptıktan sonra soluğu başka bir doktorda alıyorduk. İnsan bir noktadan sonra hekim değil, anne oluyor. Sağlıklı düşünemiyor. Hele bir seferinde Feyza yine ateşlenmiş, kötüleşince bakıcısı hastaneye götürmüş. Beni aradılar. Oraya tek başıma gidemeyecek kadar panikledim. Uzun yıllar santraldeki görevli ‘evden arıyorlar’ dediğinde içimden bir şey kopardı. Biri mi hastalandı acaba derdim.”
İnsan biyolojik ve psikolojik açıdan karmaşık bir varlık. Maddi ihtiyaçları olduğu kadar manevi gereksinimleri de var. Özellikle bebeklik, çocukluk ve yaşlılık döneminde sevgi, ilgi ihtiyacı dorukta. Peki, yavrularıyla kısıtlı zaman dilimlerinde birlikte olan doktorlar onların manevi ihtiyaçlarını nasıl gideriyor?
“ÇOCUKLARIMIN SEKİZİNE DE YETEBİLİYORUM”
Şu anda 25, 24, 22, 18, 16, 12, 10 ve 7 yaşında dört kız, dört de oğlan çocuğu sahibi Dr. Gülhanım Bayrak evlatlarını tıpkı annesi, babaannesi gibi büyüttüğünü ve onlara her açıdan yetebildiğini düşünüyor: “Bence şekillendirilmiş ya da önceden tasarlanmış sevgi gösterisinden çok, ilkel sevgiye ihtiyaçları var çocukların. Kapıdan girip ‘Yavrucum nasılsın? Bugün okul nasıldı?’ demekten çok ‘gel bakayım bir tane’ deyip sımsıkı onu sarmaktır, varlığımı, sevgimi ona hissettirmektir. İşimi işte bırakıyorum. Geri kalan zamanım çocuklarıma ait. Onlara ‘gerçekten’ yardım edebilecek en yakın kişi benimdir, bilirler. Bu ilişkimiz açısından çok önemli. Ben çocuklarıma ah vah yapan bir anne değilim, realistim. Öyle romantik ilişkilerimiz yok aslında. Onlar da benim gibiler.”
Dr. Hafize Hanım ise yaşı ilerledikçe bu konuya kaderci bakmaya başlamış: “Bazı şeyler var ki yaşanması gerekiyor. Hayatta her şeyi kontrol edemiyoruz. Anne hastalanıyor, vefat ediyor ya da hiç annesini görmemiş çocuklar var yurtlarda. Şükrediyorum hâlimize. Belli kalıplara bağlı kalmaya gerek yok. Çocuğunuz sizin sevginizden eminse bebekken olmasa bile ileride sizi anlayacaktır. ‘Annem-babam beni seviyor’ diye düşünüyorsa zaman konusu telafi edilebiliyor.” 6, 4 ve 1 yaşında, üç erkek çocuk annesi Dr. Esin’in de sıkıntısı vakit: “Onlara yetemediğimi düşündüğüm zamanlar oldu tabii. Çocuklarla hep beraber ağladığımız günleri hatırlıyorum mesela. Küçücükler daha. Keşke bana her biriyle ayrı ayrı ilgilenebileceğim bir zaman dilimi hediye edilse.”
Doktor anneler, bu iki önemli vasfı üzerlerinde bulundurmanın bazen kolaylıklarını bazen de güçlüklerini yaşıyorlar. Gerçi her hâlükârda kârlı çıkan hastaları oluyor. Çünkü çocuk doktorları, hastalanan evladı için kaygılanan annenin neler hissettiğini, düşündüğünü, muhtemel sorularını tahmin edebiliyor. Ya da göz muayenesi yaparken bir çocuğa nasıl yaklaşacağını çok iyi biliyor. Fakat çocukları hastalandığında da normal annelere göre daha fazla kaygılanıyor, basit bir problemin altında başka sıkıntılar arıyorlar. Bu süreç de moral bozup onları üzmeye yetiyor da artıyor bile. Bunca yoğunluk, yorgunluk, sürekli bir yerlere yetişme kaygısı, günlük ev işleri derken doktorların başlarını kaşıyacak vakitleri yok. Bundan dolayı onlara biraz da çekinerek ‘Hiç boş vaktiniz oluyor mu?’ diyoruz. Önce gülümsüyorlar. ‘Bize 24 saat yetmiyor ki’ dercesine. Ama ruh ve bedensel sağlıklarını korumak için kendilerine az da olsa vakit ayırmaya çalışıyorlarmış. Ortak aktiviteleri ise kitap okumak. Bazen kendi alanlarıyla alakalı bazen de alan dışı. 8 çocuklu olmasına karşın kendine muhakkak zaman ayırdığını söyleyen Dr. Gülhanım, tam bir kitap kurdu. Hastanede, evde küçük boşluklarda, akşamları bir saat ve gece 3-5 arası okuyacağı dört farklı kategoride kitapları var. Onu bu hayatta rahatlatan tek şey ise gece sadece kendi nefesinin sesini duyarak okumak, okumak…Hem de yerli ve yabancı edebiyat eleştirileri, tezler, yazar hayatları. Emekli olduktan sonra yapacakları da şimdiden belli: “Binlerce kitap okumak.” Sohbetimiz biterken doktor annelere kritik bir soru soruyoruz: “Çocuklarınızın da doktor olmasını ister misiniz?” Cevap, dolaylı da olsa ‘hayır’…
TÛBA KABACAOĞLU-AKSİYON