'Evet, evet ne danışmada vardır o hava ne veznede. Laboratuvarların kesif kokusu, ağır bakım ünitelerinin kör fısıltıları da karşılayamaz onu.
Bir hastane koridorundaki yönsüzlük, tabelaları birbirine karışmış ve ne yana döneceğini bilemeyen sürücülerin telaşı kadar acemilikleriyle doludur. Hangi kaba boşalacağı hiç belli olmayan su eskitir durur kendisini. Yüzünü kapatır da acı meraklı gözler halinde ötekilerde kendisini arar. Dünyada en son düşülecek yer bir hastane koridorudur, dünyayı en çıplak gözle okumak da oradan geçer. Hastane koridoru acemiliği hiç çekilmeyen bir okuma yazma kursudur. Kâğıtsız ve kalemsiz yazılır her şey orada. Fakat ne okumak öğrenilir orda ne yazmak. İnsan gözlerinin dışında başka bir âlemle yaşar bir kazadan arda kalmışçasına. İster hasta olsun ister hasta yakını, konuştuğumuz dil paslı bir çivi gibi ahşaba yapışır da sökülmez.
Kalabalık antolojisi. Her tür istenmeyen zaman kesişmesi. Rakamları kafasında yuvarlayan veznedar, dün eline batmış dikenin acısını emen bahçıvan, kalorifer tamircisi, avcı yeleği imalatçısı, sakin ve sabırlı emekli felsefe öğretmeni, yükünü sebze haline boşaltırken akrabasının hastalık haberini alan kamyon şoförü, aklın ve hayalin çizebileceği her sosyal sınıf, duygu ve psikolojiden insan. Asla isteyerek değil, mutlulukla koşa koşa değil, mecburiyetten, istemeden, korkuyla, acıyla, acabalarla yığılırlar o koridora. Sanki birazdan cennet ve azap ülkesinin beratı dağıtılacaktır da herkes son hükmün kanununa boyun eğecektir. Dünyayı bilmem ancak bizde son dakika, son çare, son mecburiyet işidir sağlık, hastane koridoruna yığılmak.
Hastane görevlisinin uzaktan işaret ettiği ve biraz da tam olarak neresi olduğunu tam kestiremediğim nadir boş bulunur sıralı sandalyelerden birisine oturdum. Boynumu sağa mı yoksa sola mı çevirmem gerektiği konusunda ağır bir tereddüt içindeyim. Bir iç bilgi, bir kapanmayan hafıza kapısı gıcırdıyor ve sinir uçlarımı yokluyor. Önüme, sadece önüme bakmak istiyorum aslında. Daha doğrusu hiçbir yana bakmak istemiyorum. Bir an önce, bir sosyal korkak gibi, uçarcasına buradan uzaklaşmak, yokmuş, dünyada hastane koridoru diye bir şey yokmuş diyerek ve buna kendimi inandırarak kaçmak istiyorum. Ne mümkün? Nasıl buraya düşmek iradem dışındaysa çıkıp gitmek de öyle. İşte bahçede salınır gibi yürüyen bir hemşire. Neden burada olduğuna kendisini inandırmış bir temizlik görevlisi. Nadiren, kapalı gökler arasından baş uzatan güneş gibi doğuşu beklenen doktorlar. Birden herkesin dudaklarında meraktan soruya doğru kayan birkaç minik kıpırdama. Hep iyi, hep iyilik dolu haber alma isteği. Korkuya yumaklanmış bir şeytan boynuzu karşısında bitmeyen iç telkin.
Normal hallerde evinin çöp torbasını sokağa kadar indirmekte zorlanan beylerden bazısı kollarına bağlanmış ve yaylı birer ters v harfi gibi açılmış bacaklarıyla ilerliyorlar. Serum şişeleri bir zaman çıngırağı gibi sallanıyor sessizce. Ayakta duramayacak kadar bitkin olanlar arabalara bindirilmişler. Özenle kaydırıyorlar geniş kapılardan röntgen odalarına, EKG, Bayanlara yazan kapılara. Laboratuvarlara doğru bir gergin akış. Kollar sıyrılacak damardan kan alınacak. Tahlil sonuçları yarın, mutlaka öğleden sonra. Doktor, görmeliyim, mutlaka yarın getirin sonuçları demişse hele, o gece, belli hiç uyunmayacak. Rüyada şekilsiz ve bilinmez organizmalar toprak kazacak, rüzgar dışarıda diş gıcırdatacak. Hatta, belki de asıl eve, arkadaşlara, yakınlara verilecek haberlere göre şekillenecek yüzler, cümlelerin tonları ona göre ayarlanacak. Hastane koridoru bir varlık teknesi gibi herkesi hamur hamur yoğurup zamanın fırınına atacak!
Arada bir gözüm, bana 'şuraya otur' diyen görevliye kayıyor. Unuttu mu beni, kalkıp şöyle önünden bir geçsem, başımı eğerek gülümseyerek selamlasam mı? 'Buradayım, hani ben, demin' desem mi, diye tartıyorum kendimi. Koridorlar koridorlara doğru şekilsiz bir insan seli olarak aktıkça kendime hakim oluyorum. 'Dur, dur bekle' diyorum. Bak senin bekleyecek kadar zamanın, dermanın, ne beklediğine dair bilgin var. Hatta kalk danışmaya, yoğun bakım ünitelerine, ameliyathanelerin önlerine, dış bahçeye, kafeteryaya çık bir bak. İkide bir, şartlanmış gibi elini cebine götüren, arayan var mı acaba diye cep telefonunu kontrol eden, önce dizinin üstüne, sonra tekrar cebine yerleştiren şu beyefendiyi süz. Öyle süz, öyle süz ki, bir hikâye kur ondan. Hayal etmek ne kadar serbest, bir insanı tanımadan binlerce tanıdığa çevirmek ne ilginç bir oyun onu dene.
Eğer hiçbir şey yapamıyorsan kendini burada bırak, kalkma kal o sert koltukta, sonra içinden çıkar başka bir adamı, o adamın gözüyle sana bak. Bir yazar kıl kendini mesela. Şu dışarıdan, bir hastane koridorunu dünyanın bütün sokaklarına kadar indiren mizacı tart. Sevmedin mi, cazip gelmedi mi sana, al işte bir sinema yönetmeni gözü. Onu buraya sok. Dilersen ambulansla buraya getirilmiş bir hastanın gözünü kullan, ister gelen hasta sevgilisi çıkan bir doktorun kalbine in. Zaten bir hastane koridoru tek başına ne ki. Gözleri değişmeden. En çok gözlere işleyen...