19. asra kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından rûhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan bir varlıktı. Osmanlı’ya göre ise sadece meczûbidi. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hasta... Meczûb’un yanında mecnûn, şeydâ, dîvâne denebilir, deli demekten kaçınılırdı. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düçar olmuş insana hakaret etmemeye özen gösterilirdi.
İki ayrı kültürün aynı konuya bu derecede farklı yaklaşımı, konunun obje’si olan hasta’ya yapılacak muamelede de tabiatiyle zıt metodlar uygulanmasını zorunlu kılıyordu.
Batı’da tedavi yolu basitti: Akıl hastası ateşte yakılır, işkenceye uğrar, sonunda ruhları şeytandan kurtarılmış şekilde ‘Öbür Dünya’ya, Tanrı’ya havale edilirdi.
Modern psikiatrinin büyük kurucularından psikiatr (İngilizce: psikiatrist) Dr.Kraft-Ebing şöyle yazıyor: “Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular (Traité Clinique de Psychiatrie, Paris 1897, s.53).
“Deliliğin hastalık olduğu 16. asır Avrupası’nda bilinmiyordu” (Jean Vinchon, Les Malades de I’Esprit, Paris 1930, s.24). “1818’de Fransa’da akıl hastaları, hayvanlardan ve canilerden daha kötü muamele görürdü” (Esquirol, Rapport, Paris 1874, s.2).
1788’de Türkiye’ye gelen Dr.John Heward adlı İngiliz, İstanbul’da yalnız akıl hastası kabûl edip tedavi eden hastane olduğunu işitip hayretle gezdi. Dönüşünde yazdığı raporda, akıl hastanelerinin Türkiye’de eskiden daha iyi olduğunu, fakat bugün de İngiltere için “örnek ve takdire cidden değer” tıp müesseseleri şeklinde işlediğini belirtiyor.
OSMANLI’YA GELİNCE...
Osmanlı, diğer hastalıklar gibi akıl hastalıklarına özel dârüşşifâ kurmak geleneğini, vârisi bulunduğu Selçuklulardan aldı. Böyle hasta kabûl ve tedavi eden dârüşşifâ’lara bîmâr-hâne dendi (bu kelime halk ağzında “tımarhane” oldu ve küçümser anlamı zamanla ağır bastığı için şimdi terk edildi).
15. asır sonlarında İkinci Bâyezîd’in Edirne Dârüşşifâ’sı, 16. asır başlarında Hurrem Haseki-Sultân’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Haseki Dârüşşifâ’sı, bimâr-hâne seksiyonları ile cihan çapında ün yapmışlardı, Haseki Hastanesi bugün de işlevini sürdürüyor ve politik alanda büyük günahları olan Hurrem bu vesileyle hâlâ dua alıyor. Bu hayır müesseseleri, çok zengin vakıflarla asırlar boyu yaşadı. Kadın ve erkek hasta pavyonları ayrı idi.
Osmanlı’nın mâl-i hulyâdediği mélancolie (melankoli), kara sevdâdediği hystérie (isteri), ateh-i kable’l-mîâd dediği schizophrénie (şizofreni), ayrı metodlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahat, gıda ve çiçek çeşitleri, musiki, tedavi yollarından bazıları idi. Besin ve çiçek çeşitleri koku, renk, şekil, tad bakımlarından dikkatle kullanılmıştır. Bu husus, Osmanlı tıbbına ve Türk medeniyetine şeref verir.
BEDAVA TEDAVİ EDİLİRDİ
Daha Hekim Şuûrî, Mir’ât-ı Emzice (isme dikkat: Karakterlerin Aynası) adındaki psikiatri traité’sinde, Türk Musikisi makam ve usullerinin ayrı karakterleri bakımından farklı etkiler yapacağı için, hastanın durumuna göre dikkatli kullanılması gerektiğini yazar. Bu ise, doktorun derin musiki kültürü bulunmasını gerektirir.
Evliyâ Çelebîmiz, 3. cildinde (s.468-70) Edirne Sultan Bâyezid Dârüşşifâsı’nı gezip hekimleri ve hastaları ile konuşur (bugünkü anlayışımıza göre röportaj yapar). Ayrı ayrı besinlerin, çiçeklerin, musiki makamlarının (Hicâz, Uşşâk, Râst... gibi), çalgıların nasıl apayrı tesir yaptıklarını, usta kalemi ile anlatır. Hastaneler Fî sebîlillâh (Allah yolunda) yaptırılan, hastaların vakıf gelirleri ile bedava tedavi edildikleri kuruluşlardı. Delilerin musiki ile tedavisinin uygulamalı olarak Birleşik Amerika’da ancak 1956’da başladığını söylersek, ne yüce bir kültürden geldiğimiz anlaşılır.
RUMLAR İŞKENCE YAPARDI
Ancak Türklerin akıl hastalarına şefkati, bizimle iç içe yaşayan Rumlara tesir bile edememişti. İstanbullu Rumlar, Türklerin delilere davranışları ile alay edercesine, kendi delilerine türlü işkenceler yaparak, vücutlarındaki şeytanı çıkarmaya çalışır, onları döver, aç ve susuz bırakırlardı ki, şeytan acıya, açlığa ve susuzluğa dayanamayıp def olsun (İnciciyan, s.120). Ancak Avrupa’daki gibi yakmıyor, öldüremiyorlardı. Zira bizde böyle bir davranışın cezası asılmaktı.
Avrupa’da 19. asır ortalarına kadar bir akıl hastası suç işlerse, normal insan gibi ceza görürdü. Osmanlı’da, suçun mahiyeti ne olursa olsun, hekim teşhisi ile akıl hastalığı belgelenen kişi, sadece hastaneye kapatılır ve iyileşmeden salıverilmezdi. Cevdet Paşa’nın naklettiği (VII, 148) olay örnektir: 23 Ocak 1802 günü ases ortası odabaşısı Abdullah Ağa adlı binbaşı rütbesindeki subay, Ayasofya Camii’nde sabah namazını kıldı. Namaz biter bitmez kılıcını çekti, cemaatten birini yaraladı. Cemaatin takibi üzerine Soğuksu’ya doğru kaçarken orada da bir çocuğu yaraladı. Yetişen zabıta memurları tutuklayıp Bâb-ı Âlî’ye (Başbakanlık) getirdiler. İlk bakışta aklını yitirdiğine karar verildi. Ancak hekim kararı gerekiyordu. Gelen hekim, aynı teşhiste bulundu. Hiç ceza verilmedi. İyileşinceye kadar kalmak üzere Süleymâniye Dârüşşifâsı’na, Cihan Hâkanı Kaanûnî Sultan Süleymân’ın Sinan’a yaptırdığı İstanbul’un bu en muhteşem külliye’sinin ilgili birimine gönderildi.